1931-1939: KUCHWADA, MADHYA PRADESH, HİNDİSTAN

Doğduğum küçük köyü hatırlıyorum. Neden varoluş o küçük köyü seçmiş, açıklanamaz. Olması gerektiği gibi oldu. Köy çok güzeldi. Çok yolculuk yaptım, ama aynı güzelliğe asla başka yerde rastlamadım. İnsan asla aynısını bulamıyor. Şeyler gelip geçiyor, ama asla aynı olmuyor.

O durgun, küçük köyü görebiliyorum. Bir göletin kenarında birkaç kulübe, altında oyun oynadığım birkaç yüksek ağaç. Köyde okul yoktu. Bunun büyük önemi vardır, çünkü neredeyse dokuz sene boyunca eğitimsiz kaldım ve bunlar insana biçim veren yıllardır. Bundan sonra, denesen bile eğitimli olamazsın. Bu yüzden, bir sürü derecem olmasına rağmen – ki sıradan dereceler değil, birinci sınıf master derecesidir – bir açıdan hâlâ eğitimsizim. Bunu her aptal yapabilir; her sene o kadar çok aptal yapıyor ki, hiçbir anlamı yok. Anlamı olan, ilk senelerimde eğitimsiz kalmamdı. Okul, yol, tren yolu, postane yoktu. Ne nimet! O küçük köy kendi içinde bir dünyaydı. O köyden uzak yaşadığım zamanlarda bile, o dünyada, eğitimsiz kaldım.

Ve milyonlarca insanla karşılaştım, ama o köyün insanları hepsinden daha masumdu, çünkü çok ilkeldiler. Dünya hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. O köye tek bir gazete bile girmemişti. Artık neden okul olmadığını anlamışsındır. Bir ilkokul bile yoktu, ne nimet! Hiçbir çağdaş çocuk buna sahip olamaz.

GEÇMİŞTE ON YAŞINA GELMEDEN EVLENEN ÇOCUKLAR vardı. Bazen çocuklar daha annelerinin karnındayken evlendiriliyordu. İki arkadaş karar verirdi: "Karılarımız hamile, bu yüzden biri oğlan, diğeri kız doğurursa, bu evlilik kararlaştırılmış, çocuklar sözlü sayılır." Oğlana ve kıza sormak hiç akıllarına gelmezdi; daha doğmamışlardı ki! Ama biri oğlan, diğeri kız olursa evlilik kararlaştırılmış sayılırdı. Ve insanlar sözlerini tutarlardı.

Benim annem yedi yaşındayken evlendirilmişti. Babam on yaşından fazla değildi ve ne olup bittiğini anlamamıştı. Ona sorardım, "Düğününde en çok neden hoşlandın?"

"Ata binmekten." derdi. Elbette! Hayatta ilk defa bir kral gibi giydirilmiş, beline hançer takmış, atın üzerine oturmuş, herkes çevresinde yürüyordu. Bundan büyük zevk almıştı. Düğününde en çok hoşuna giden şey bu olmuştu. Balayı söz konusu bile değildi. On yaşında bir oğlanla yedi yaşında bir kızı balayı için nereye gönderirsin? Bu yüzden eskiden Hindistan'da balayı diye bir şey yoktu, geçmişte dünyanın hiçbir yerinde yoktu.

Babam on, annem yedi yaşındayken babaannem öldü. Evlenmelerinden belki bir, iki sene sonra tüm sorumluluk, henüz dokuz yaşında olan annemin omuzlarına yüklendi. Babaannem iki küçük kız ve iki küçük erkek evlat bırakmıştı. Yani dört çocuk vardı ve onlara bakma sorumluluğu dokuz yaşında bir kız ile on iki yaşında bir oğlana düştü. Babamın babası dükkânının bulunduğu şehirde yaşamaktan hiç hoşlanmıyordu. Kırları seviyordu ve karısı öldüğünde mutlak özgürlüğe kavuştu. Hükümet insanlara bedava toprak veriyordu, çünkü çok toprak, ama onları işleyecek pek az insan vardı. Bu yüzden dedem hükümetten yirmi hektar toprak aldı ve dükkânını yalnızca dokuz ve on iki yaşlarında olan çocuklarının – annemin ve babamın – ellerine bıraktı. Bir bahçe, bir çiftlik yaratmanın zevkini yaşadı, orada, açık havada yaşamayı çok sevdi. Şehirden nefret ediyordu.

Bu yüzden babam, bugünün gençlerinin yaşadığı özgürlüğü yaşayamadı. O açıdan asla genç olamadı. Genç olma fırsatı olmadan yaşlı sayıldı, küçük kız ve erkek kardeşlerine baktı, dükkânla ilgilendi. Ve yirmi yaşına geldiğinde kız ve erkek kardeşleri için evlilikler ve eğitim ayarlamak zorunda kaldı.

Anneme hiç "Anne" demedim, çünkü ben doğmadan önce, ona bhabhi diyen dört çocuğa bakıyordu. Bhabhi, "erkek kardeşin karısı"(1) anlamına gelir. Ve dört çocuk anneme bhabhi dediği için ben de ona bhabhi dedim. En başta, diğer dört çocuk ona böyle hitap ederken, bunu öğrendim.

ANNEANNEM VE DEDEM TARAFINDAN YETİŞTİRİLDİM. O iki yaşlı insan yalnızdı ve son günlerinde onlara neşe verecek bir çocuk istiyorlardı. Bu yüzden annem ve babam fikir birliğine vardı: Ben en büyük çocuktum, ilkdoğandım; beni gönderdiler.

Çocukluğumun ilk yıllarında babamın ailesi ile ilişkim olduğunu hatırlamıyorum. İlk yıllarımı iki yaşlı adam – dedem ve çok güzel bir adam olan ihtiyar hizmetkârı – ve anneannemle geçirdim. Bu üç insanla aramdaki mesafe o kadar büyüktü ki, çok yalnızdım. Bu yaşlı insanlar benim için yoldaş değildi, olamazdı. Ve benim başka kimsem yoktu, çünkü o küçük köyde benim ailem en zengin aileydi ve o kadar küçük bir köydü ki – toplam iki yüz kişiden fazla değildi – ve o kadar fakirdi ki, anneannem ve dedem benim köylü çocukları arasına karışmama izin vermiyordu. O çocuklar kirliydi ve elbette çoğu dilenciydi. Bu yüzden arkadaş edinmemin yolu yoktu. Bu üzerimde büyük bir etki bıraktı. Tüm yaşamım boyunca kimseyi arkadaş olarak kabul edemedim. Evet, tanıdıklarım vardı.

O ilk yıllarda o kadar yalnızdım ki, bundan zevk almaya başladım. Bu gerçekten de keyiflidir. Bu yüzden benim için bir lanet değil, nimet oldu. Bundan zevk almaya başladım ve kendi kendime yeterli olduğumu hissetmeye başladım; kimseye bağımlı değildim.

Oyunlara karşı hiç ilgi duymadım, çünkü çocukluğumdan bu yana oynamak için yol bulamadım; oyun oynayabileceğim kimse yoktu. Hâlâ kendimi o ilk yıllarda, oturup dururken görebiliyorum. Evimiz gölün hemen yanında, çok güzel bir noktadaydı. Göl kilometrelerce uzanıyordu... O kadar güzel, o kadar sessizdi ki. Arada bir, bir dizi beyaz turnanın uçtuğu, aşk çağrıları yaptığı görülebiliyordu ve huzur bozuluyordu; bunların dışında meditasyon için neredeyse mükemmel bir yerdi. Ve huzur bir kuşun aşk çağrısı ile bozulduğu zaman... O çağrıdan sonra huzur derinleşirdi.

Göl, lotus çiçekleri ile dolu olurdu ve ben saatlerce kendimden memnun bir biçimde, dünyaya aldırmadan otururdum: Lotuslar, beyaz turnalar ve sessizlik...

Anneannem ile dedem bir şeyin farkına vardılar; yalnızlığımdan zevk aldığımın. Köye gidip birileri ile görüşmek, birileri ile konuşmak için arzu duymadığımı görmüşlerdi. Onlar konuşmak istese bile benim tek yanıtım 'evet' ya da 'hayır' oluyordu; konuşmakla da ilgilenmiyordum. Bir şeyi fark ettiler, yalnızlığımdan zevk aldığımı ve beni rahatsız etmemenin kutsal görevleri olduğunu.

Bu yüzden yedi yıl boyunca kimse masumluğumu yozlaştırmaya çalışmadı; kimse yoktu. Evde yaşayan o üç yaşlı insan, hizmetkâr, anneannem ve dedem kimse beni rahatsız etmesin diye her şekilde koruyucu oldular. Aslında, büyürken, benim yüzümden konuşamadıkları, herkes gibi normal olamadıkları için biraz utanmaya başladım. Çocuklara bazen, "Sessiz ol, çünkü baban düşünüyor, deden dinleniyor. Sessiz ol ve sessizce otur." dersin. Benim çocukluğumda tam aksi oldu. Neden ve nasıl, şimdi bilemiyorum; yalnızca oldu. Bu işin övüncü bana ait değil.

O üç insan devamlı birbirlerine işaretler yaparlardı: "Onu rahatsız etme, bundan o kadar zevk alıyor ki." Ve sessizliğimi sevmeye başladılar.

Sessizliğin de titreşimleri vardır; bulaşıcıdır, özellikle de bir çocuğun, zorlama olmayan sessizliği, "Yaramazlık ya da gürültü yaparsan seni döverim." dediğin için olmayanı. Hayır, o sessizlik değildir. O benim bahsettiğim, bir çocuğun kendiliğinden sessiz kaldığı, sebepsiz yere zevk aldığı coşkulu titreşimleri yaratmaz; o mutluluk sebepsizdir. O çepeçevre büyük dalgalar yaratır.

Bu yüzden, yedi yıl boyunca rahatsız edilmemem yalnızca bir rastlantıydı, beni rahatsız edecek, iş, politika, diplomasi dünyasına hazırlayacak kimse yoktu. Anneannem ve dedem beni olabildiğince kendi halime bırakmakla daha çok ilgileniyorlardı, özellikle de anneannem. Sebeplerden biri odur. Bu küçük şeyler yaşamının tüm düzenlerini etkiler. Bütün kadınlara saygı duymamın sebeplerinden biri odur. Basit bir kadındı, eğitimsizdi, ama son derece duyarlıydı. Dedeme ve hizmetkâra açıkça şöyle dedi: "Hepimiz, bizi hiçbir yere götürmeyen belirli türden yaşamlar yaşadık. Her zamanki kadar boşuz ve artık ölüm yaklaşıyor." Israr etti, "Bu çocuk bizden etkilenmesin. Biz nasıl bir etki bırakabiliriz ki? Onu ancak kendimiz gibi yapabiliriz ve biz hiçbir şeyiz. Ona kendisi olması için bir fırsat ver."

Dedem -geceleyin benim uyuduğumu düşünerek tartıştıklarını duyardım- ona hep şöyle derdi: "Bana bunu yapmamı söylüyorsun ve ben yapıyorum; ama o başkasının oğlu ve eninde sonunda anne babasına dönmek zorunda kalacak. Onlar ne diyecek? 'Ona görgü kurallarını, töreleri öğretmediniz, tamamen başıboş kalmış.'"

Anneannem şöyle derdi, "Bu konuda endişelenme. Bu koca dünyada herkes medeni; adap biliyor, töre biliyor, ama bundan ne kazanıyorlar? Sen çok medenisin, bundan ne kazandın? Anne babası en fazla bize öfkelenirler. Ne olmuş? Bırak öfkelensinler. Bize zarar veremezler ve o zamana kadar çocuk, yaşam yolunu değiştiremeyecekleri kadar güçlenmiş olur."

O yaşlı kadına büyük minnet duyuyorum. Dedem sürekli, eninde sonunda sorumlu tutulacağından endişelenirdi: "Diyecekler ki: 'Çocuğumuzu sizin ellerinize bıraktık ve siz ona hiçbir şey öğretmediniz.'"

Anneannem özel öğretmene bile izin vermedi. Köyde bana en azından biraz dil, matematik ve coğrafya öğretebilecek bir adam vardı. Dördüncü sınıfa kadar okumuştu -bizim Hindistan'da ilköğretim dediğimiz en küçük dört sınıf- ama köydeki en eğitimli adamdı. Dedem çok uğraştı: "Gelip çocuğa ders verebilir. En azından alfabe, biraz matematik öğrenir ve anne babasına gittiğinde yedi yılını tamamen boşa harcadığımızı söylemezler."

Ama büyükannem, "Bırak yedi yılın sonunda ne isterlerse onu yapsınlar. Yedi yıl boyunca kendi olacak ve biz ona karışmayacağız." Ve iddiası hep şu oldu, "Sen alfabeyi biliyorsun, ee, ne olmuş? Matematik biliyorsun, ne olmuş? Biraz para kazandın; onun da biraz para kazanmasını ve tıpkı senin gibi yaşamasını mı istiyorsun?"

Bu o yaşlı adamı susturmaya yetiyordu. Ne yapabilirdi ki? Zor durumdaydı, çünkü tartışamıyordu ve anneannemin değil kendisinin sorumlu tutulacağını biliyordu, çünkü babam ona soracaktı, "Sen ne yaptın?" Ve aslında durum bu olacaktı, ama neyse ki babam soramadan öldü.

Daha sonra babam hep şunu dedi, "O yaşlı adam sorumlu, çocuğu bozdu." Ama artık yeterince güçlüydüm ve ona açıkça söyledim: "Benim önümde, annemin babasına karşı tek söz söyleme. Beni sizin bozmanızdan kurtardı, sen aslında buna kızıyorsun. Ama başka çocukların var, onları boz. Sonunda asıl kimin bozulduğunu göreceksin."

Babamın başka çocukları vardı ve daha fazlası gelip duruyordu. Ona takılırdım, "Lütfen, bir çocuk daha yap ve bir düzineyi tamamla. On bir çocuk ne demek? İnsanlar, 'Kaç çocuk var?' diye soruyor. On bir doğru gelmiyor; bir düzine daha etkileyici." Daha sonraki yıllarda ona şunu söylerdim: "Tüm çocuklarını bozmaya devam ediyorsun; ben başıboşum ve başıboş kalacağım." Bir şekilde uygarlığın ellerinden uzak kaldım.

DEDEM -ANNEMİN BABASI- CÖMERT BİR ADAMDI. Fakirdi, ama cömertlikte zengindi. Ait olduğu her şeyi herkese veriyordu. Verme sanatını ondan öğrendim; onun hiçbir dilenciye, hiç kimseye hayır dediğini görmedim.

Annemin babasına "Nana" derdim; Hindistan'da annenin babasına böyle denir. Annenin annesine "Nani" denir. Dedeme sorardım, "Nana, nasıl bu kadar güzel bir eş buldun?" Anneannemin yüz hatları Hintliler'e benzemezdi, Grekler'e benzerdi ve güçlü bir kadındı, çok güçlü. Nana'm elli yaşını geçmeden öldü. Anneannem seksen yaşına kadar yaşadı ve sağlığı yerindeydi. O zaman bile kimse öleceğini düşünmüyordu. Ona bir şey için söz verdim, öldüğü zaman geleceğime. Bu, aileye yaptığım son ziyaret oldu. 1970'te öldü. Sözümü tutmak zorundaydım.

İlk yıllarımda Nani'mi anne bildim; insan o yıllarda büyür. Kendi annem ondan sonra geldi; çoktan büyümüş, belirli bir kalıba göre şekillenmiştim. Anneannemin büyük yardımı oldu. Dedem beni seviyordu, ama bana fazla yardımı olamıyordu. Çok sevgi doluydu, ama yardım edebilmek için daha fazlasına ihtiyaç vardır, belirli bir tür güce. Dedem anneannemden hep korktu. Bir anlamda, kılıbık bir kocaydı. Ama beni seviyordu, bana yardım etti... O kılıbık bir kocaysa ben ne yapabilirim? Kocaların yüzde doksan dokuz nokta dokuzu öyledir, demek bunda sorun yoktu.

YAŞLI ADAMI, DEDEMİ VE YARAMAZLIĞIMIN BAŞINA açtığı dertleri anlayabiliyorum. Tüm gün, Hindistan'da zengin adamların koltuğuna verilen ismiyle gaddi'sinde oturur, müşterilerinden çok, şikâyetçileri dinlerdi! Ama onlara şöyle derdi, "Yaptığı zararı ödemeye hazırım, ama unutmayın, onu cezalandırmayacağım."

Yaramaz bir çocuğa karşı gösterdiği sabra şaşıyordum... Çünkü bana ben bile tahammül edemiyordum. Öyle bir çocuk senelerce bana bırakılsa... Tanrım! Birkaç dakika için bile olsa, o çocuğu kapıdışarı ederim. Belki o yıllar dedem için bir mucize yarattı; o muazzam sabrın karşılığını aldı. Gittikçe sessizleşti. Sessizliğinin gün be gün büyüdüğünü gördüm. Arada bir şöyle derdim, "Nana, beni cezalandırabilirsin. O kadar hoşgörülü olmak zorunda değilsin." Ve inanır mısın, ağlardı! Gözlerinden yaşlar fışkırırdı ve şöyle derdi, "Seni cezalandırmak mı? Bunu yapamam. Kendimi cezalandırırım, ama seni, asla."

Bir an bile, gözlerinde bana karşı öfkenin gölgesini bile görmedim. Bana inan, bin çocuğun yapabileceği her şeyi yaptım. Sabah, daha kahvaltı yapmadan yaramazlığa başlar, gecenin geç saatlerine kadar sürdürürdüm. Bazen eve o kadar geç gelirdim ki... Mesela sabahın üçünde... Ama ne adamdı! Asla, "Çok geç kaldın. Bir çocuk eve bu saatte gelmez." demedi. Hayır, bir kerecik bile. Aslında, benim yanımdayken duvardaki saate bakmaktan kaçınırdı.

Beni kendi gittiği tapınağa asla götürmedi. Ben de o tapınağa giderdim, ama yalnızca kapalıyken, prizmaları çalmak için, çünkü o tapınakta güzel prizmaları olan pek çok avize vardı. Sanırım yavaş yavaş neredeyse tamamını çalım. Dedeme bu söylendiği zaman şöyle dedi, "Ee, ne olmuş! Avizeleri ben bağışladım, başkalarını da bağışlayabilirim. O çalmıyor; nanasının malını alıyor. O tapınağı ben yaptırdım." Rahip şikâyet etmeyi bıraktı. Ne anlamı vardı ki? O yalnızca Nana'nın hizmetkârıydı.

Nana her sabah tapınağa giderdi, ama hiç "Benimle gel." demedi. Bana asla telkinlerde bulunmadı. Harika olan budur işte... Telkinde bulunmamak. Savunmasız bir çocuğu inançlarını takip etmeye zorlamak çok insancadır, ama dedem baştan çıkmadı. Evet, ben buna baştan çıkmaların en büyüğü diyorum. Bir açıdan sana bağımlı birini görür görmez telkinlerde bulunmaya başlarsın. O bana asla, "Sen bir Jaina(2)'sın." demedi.

Çok iyi hatırlıyorum, nüfus sayımı yapılıyordu. Memur evimize gelmişti. Çok şey hakkında pek çok soru sordu. Dedemin dinini sordu; "Jainizm." dedi. Sonra anneannemin dinini sordu. Nanam, "Kendisine sorabilirsin. Din kişisel bir şeydir. Ben ona hiç sormadım." dedi. Ne adam ama!

Anneannem yanıt verdi, "Ben hiçbir dine inanmıyorum. Tüm dinler bana çocukça geliyor." Memur şok geçirmişti. Ben bile şaşırmıştım. Hiçbir dine inanmıyor, ha! Hindistan'da hiçbir dine inanmayan bir kadın bulmak imkânsızdır. Ama büyükannem Khajuraho'da, belki hiçbir dine inanmayan Tantrikalardan bir aileye doğmuştu. Onlar meditasyon yaparlar, ama hiçbir dine inanmazlar.

Bu Batılı bir zihne çok mantıksız gelir: Din olmadan meditasyon. Evet... Aslında, herhangi bir dine inanırsan meditasyon yapamazsın. Din meditasyona engel olur. Meditasyon hiçbir Tanrı'ya, hiçbir cennete, hiçbir cehenneme, cezalandırılma korkusuna, zevkin çekiciliğine ihtiyaç duymaz. Meditasyonun zihinle ilgisi yoktur; meditasyon onun ötesindedir, din yalnızca zihinken, o zihnin içindedir.

Nani'nin tapınağa hiç gitmediğini biliyordum, ama bana, ilk defa açıklayacağım bir mantra(3) öğretti. Bu bir Jain mantrasıdır, ama kendi başına Jainalarla bir ilgisi yoktur. Jainizm ile ilgili olması yalnızca rastlantıdır...

Mantra çok güzeldir; onu tercüme etmek güç olacak, ama elimden geleni ya da gelmeyeni yapacağım. İlk önce mantrayı orijinal güzelliğinde dinleyin:

Namo arihantanam namo namo / Namo siddhanam namo namo / Namo uvajjhayanam namo namo / Namo loye sauva sahunam namo namo / Aeso panch nam-mukaro / Savva pavappananano / Mangalam cha savvesam padhamam havai mangalam / Arihante saranam pavajjhami / Siddhe saranam pavajjhami / Sahu saranam pavajjhami / Namo arihantanam namo namo / Namo siddhanam namo namo / Namo uvajjhayanam namo namo / Om shantih, shantih, shantih...

Tercüme etmeyi deneyeyim: "Arihantaların ayağına gidiyorum ve eğiliyorum..." Arihanta Jainizim'de, Budizm'deki arhat gibi, nihai olana ulaşan, ama başka kimseye aldırmayana verilen isimdir. Eve gelmiş, dünyaya sırtını dönmüştür. Bir din yaratmaz, hatta vaaz vermez, bildirmez bile. Elbette ilk önce onun hatırlanması gerekir. İlk, bilen ve sessiz kalanlar hatırlanmalıdır. İlk saygı sözcükler için değil, sessizlik içindir. Başkalarına hizmet etmek için değil, insanın salt kendi benliğine ulaşması için. İnsanın diğerlerine hizmet edip etmemesi önemli değildir; bu ikincildir, ilk değil. İlk, kendi benliğine ulaşandır ve bu dünyada insanın kendi benliğini bilmesi çok güçtür...

Jainler kendine ulaşan, bu fark edişe boğulan, onunla sarhoş olan ve bu yüzden tüm dünyayı unutan kişiye arihanta der. Arihanta sözcüğünün anlamı "düşmanı öldüren"dir, düşman egodur. Mantranın ilk kısmının anlamı şudur: "Kendine ulaşanın ayaklarına dokunuyorum."

İkinci kısım: Namo siddhanam namo namo. Bu mantra Sanskritçe değil, Prakritçe'dir. Prakritçe Jainlerin dilidir; Sanskritçe'den daha eskidir. Sanskrit sözcüğü arıtılmış demektir. Arıtılmış sözcüğünden, ondan önce bir şey olması gerektiğini anlarsın, aksi halde neyi arıtırsın? Prakrit arıtılmamış, doğal, ham demektir ve Jainler dillerinin dünyadaki en eski dil olduğunu söylerken haklıdırlar. Dinleri de en eski dindir. Mantra Prakritçe'dir, ham ve arıtılmamıştır. İkinci dize: Namo siddhanam namo namo - "Kendi benliği haline gelenin ayaklarına dokunuyorum." O zaman birinci ile ikinci arasındaki fark nedir? Arihanta asla arkasına bakmaz, asla herhangi bir tür hizmete zahmet etmez, Hıristiyan ya da değil. Siddha arada bir boğulan insanlığa elini uzatır; ama yalnızca arada bir, her zaman değil. Bu bir gereklilik değildir, zorunlu değildir; kendi seçimidir. Yapabilir de, yapmayabilir de.

Dolayısıyla üçüncü: Namo uvajjhayanam namo namo - "Ustaların, uvajjhayaların ayaklarına dokunuyorum." Onlar da aynısını başarmışlardır, ama dünyayla yüzleşirler, dünyaya hizmet ederler. Onlar dünyadadırlar, dünyadan değil... Ama yine de içinde.

Dördüncü: Namo loye savva sahunam namo namo - "Öğreticilerin ayaklarına dokunuyorum." Usta ile öğretici arasındaki ince farkı biliyorsun. Usta bilmiştir ve bildiklerini aktarır. Öğretici bilen birinden alır ve dokunmadan dünyaya aktarır, ama kendisi bilmemektedir. Bu mantranın yaratıcıları gerçekten güzeller; kendileri bilmeyen, ama en azından ustaların mesajlarını kitlelere taşıyanların ayaklarına bile dokunuyorlar.

Beşinci dize tüm yaşamım boyunca rastladığım tüm cümlelerden daha önemli. Daha çocukken anneannemin bana öğretmiş olması tuhaf. Sana açıkladığım zaman, sen de güzelliğini göreceksin. Yalnızca anneannem onu bana verebilirdi. Bütün Jainler onu tapınaklarında tekrarlıyor olsa da, bunu ilan edecek cesareti olan başka kimseyi tanımıyorum. Ama tekrar etmek bir şeydir; onu sevdiğin birine aktarmak ise bambaşka bir şey.

"Kendilerini bilen herkesin ayaklarına dokunuyorum." Hindu, Jaina, Budist, Hıristiyan, Müslüman olmasına bakmadan, ayrımsız herkesin. Mantra şöyle diyor, "Kendilerini bilen herkesin ayaklarına dokunuyorum." Benim bildiğim kadarıyla, kesinlikle mezhepsiz olan tek mantra budur.

Diğer dört kısım beşinciden farklı değildir; hepsi onun içindedir, ama bunda diğerlerinde olmayan bir enginlik vardır. Beşinci dize, kime ait olduklarına bakılmadan tüm tapınakların, tüm kiliselerin üzerine yazılmalıdır, çünkü şöyle der, "Bunu bilen herkesin ayaklarına dokunuyorum." "Tanrı'yı bilen." demez. "Bu" bile çıkarılabilir: Bu sözcüğünü tercümeye ben koyuyorum. Orijinali basitçe, "bilenlerin ayaklarına dokunmak" der, "bu" yoktur. Ben yalnızca dilin gereklerini yerine getirmek için "bu" sözcüğünü koyuyorum; aksi halde birisi soracaktı, "Bilmek mi? Neyi bilmek? Bilişin hedefi ne?" Bilginin hedefi yoktur; bilecek hiçbir şey yoktur, yalnızca bilen vardır.

Bu mantra, anneannemin bana verdiği tek dini şeydir, eğer ona dini diyebilirsen, dedem değil anneannem vermiştir onu bana. Bir gece bana şöyle dedi, "Uyanık görünüyorsun. Uyuyamıyor musun? Yarının yaramazlıklarını mı planlıyorsun?"

Dedim ki, "Hayır, ama bir şekilde içimde bir soru yükseliyor. Herkesin bir dini var ve insanlar bana 'Hangi dine bağlısın?' diye sordukları zaman omuzlarımı silkiyorum. Şimdi, omuz silkmek kesinlikle bir din değil, bu yüzden sana sormak istiyorum, ne söylemeliyim?"

O dedi ki, "Ben herhangi bir dine bağlı değilim, ama bu mantrayı çok severim ve sana verebileceğim tek şey bu; geleneksel olarak Jaina olduğu için değil, yalnızca güzelliğini bildiğim için. Onu milyonlarca kez tekrarladım ve hep muazzam bir huzur buldum... Yalnızca bilenlerin ayaklarına dokunmanın verdiği duygu. Sana bu mantrayı verebilirim; bundan fazlası benim için mümkün değil."

Şimdi o kadının gerçekten büyük olduğunu söyleyebilirim, çünkü din söz konusu olduğunda, herkes yalan söylüyor. Hıristiyanlar, Yahudiler, Jainalar, Müslümanlar; herkes yalan söylüyor. Tanrı'dan, cennetten ve cehennemden, meleklerden ve her tür saçmalıktan bahsediyorlar ve bunların hiçbirini bilmiyorlar. Anneannem büyüktü, bildiği için değil, bir çocuğa yalan söyleyemediği için büyüktü.

Kimse yalan söylememelidir. En azından bir çocuğa yalan söylemek affedilmezdir. Çocuklar yüzyıllar boyunca, sırf güvenmeye gönüllü oldukları için istismar edilmiştir. Onlara kolayca yalan söyleyebilirsin ve sana güvenirler. Bir babaysan, anneysen, senin dürüst olacağını düşünürler. İnsanlığın tamamı işte böyle yozlaşma içinde, yüzyıllar boyunca çocuklara söylenen yalanlardan oluşan çok kaygan, koyu bir çamurun içinde yaşar. Bir şey, basit bir şey yapabilsek -çocuklara yalan söylemesek ve onlara cahilliğimizi itiraf edebilsek- o zaman dindar oluruz ve onları din yoluna koyarız. Çocuklar salt masumiyettir; onları senin sözde bilgine terk etme. Ama önce sen, kendin masum, yalansız, dürüst olmalısın.

JAİNİZM DÜNYADAKİ EN ÇİLECİ DİNDİR YA DA BAŞKA bir deyişle en mazoşistik ve sadistik. Jaina rahipleri kendilerine o kadar çok işkence ederler ki, insan deli olup olmadıklarını merak eder. Değildirler. Onlar işadamlarıdır ve Jaina rahiplerinin takipçileri de işadamlarıdır. Tuhaftır, Jaina toplumunun tamamı işadamlarından oluşur; ama o kadar da tuhaf değildir, çünkü dinin kendisi temelde diğer dünyada kârlı çıkma dürtüsüne dayalıdır. Jaina, bu dünyada elde edemeyeceğini bildiği bir şeyi diğer dünyada elde etmek için kendi kendine işkence eder.

Çıplak bir Jaina rahibinin anneannemin evine davet edildiğini ilk gördüğümde dört, beş yaşında olmalıyım. Kendimi gülmekten alamadım. Dedem, bana şöyle dedi, "Sessiz ol! Baş belasının biri olduğunu biliyorum. Komşuların başına bela olduğunda seni affedebilirim, ama guruma karşı yaramazlık yapmaya kalkarsan seni affedemem. O benim ustam; bana dinin içsel sırlarını gösterdi."

Dedim ki, "Ben içsel sırlarla ilgilenmiyorum, böyle açıkça teşhir ettiği dışsal sırlarla ilgileniyorum. Neden çıplak duruyor? En azından kısa pantolon giyemez mi?"

O zaman dedem bile güldü. "Anlamıyorsun." dedi. "Tamam, ona kendim sorarım." dedim. Tüm köy Jaina rahibinin darşan'ı için toplanmıştı. Sözde vaazın ortasında ayağa kalktım. Bu yaklaşık kırk yıl önceydi ve o zamandan bu yana durmaksızın bu aptallarla savaşıyorum. O gün, ancak ben bu dünyadan gittiğim zaman sona erecek bir savaş başladı. Belki o zaman bile bitmez; benim halkım sürdürebilir.

Basit sorular sordum ve yanıtlayamadı. Şaşırmıştım. Dedem utanmıştı. Anneannem sırtımı okşadı ve "Harika! Başardın! Başaracağını biliyordum." dedi.

Ne sormuştum? Yalnızca basit sorular. "Neden bir daha doğmak istemiyorsun?" diye sormuştum. Bu Jainizm'de çok basit bir sorudur, çünkü Jainizm bir daha doğmamak için çaba göstermekten başka bir şey değildir. Tekrar doğumu önleme bilimidir. Bu yüzden ona temel soruyu sordum, "Bir daha doğmak istemiyor musun?"

"Hayır, asla." dedi.

Sonra sordum, "Neden intihar etmiyorsun? Neden hâlâ nefes alıyorsun? Neden yemek yiyorsun? Neden su içiyorsun? İntihar et ve yok ol. Neden basit bir şey için bu kadar gürültü yapıyorsun?" Kırk yaşından fazla değildi... Ona şöyle dedim, "Bu şekilde devam edersen, belki kırk yıl, hatta daha fazla yaşamak zorunda kalabilirsin." Az yiyen insanların daha uzun yaşadığı bilimsel bir gerçektir...

Bu yüzden rahibe şöyle dedim -o zaman bu gerçekleri bilmiyordum- "Bir daha doğmak istemiyorsan, neden yaşıyorsun? Öl gitsin! Neden intihar etmiyorsun?" O zamana kadar kimsenin ona böyle bir soru sorduğunu sanmıyorum. Görgülü bir toplumda kimse gerçek sorular sormaz ve intihar sorusu hepsinden daha gerçektir.

Marcel(4) şöyle der: İntihar var olan tek felsefi sorudur. O zamanlar Marcel'i tanımazdım. Belki o zamanlar Marcel yoktu bile ve kitabı henüz yazılmamıştı. Ama Jaina rahibine şunu söyledim: "Bir daha doğmak istemiyorsan, ki arzunun bu olduğunu söylüyorsun, neden yaşıyorsun? Ne için? İntihar et! Ben sana bir yol gösterebilirim. Dünyanın yolları hakkında çok şey bilmesem de, intihar söz konusu olduğunda sana tavsiyede bulunabilirim. Köyün kıyısındaki tepeden atlayabilirsin ya da kendini ırmağa atabilirsin."

Jaina rahibine şöyle söyledim; "Yağmurlu mevsimde benimle beraber ırmağa atlayabilirsin. Bir süre yoldaş oluruz, sonra sen ölürsün, ben karşı kıyıya ulaşırım. Ben yeterince iyi yüzebilirim."

Bana öyle şiddetle, öyle bir öfkeyle baktı ki, ona şunu söylemek zorunda kaldım: "Unutma, hâlâ öfke dolu olduğun için bir daha doğman gerekecek. Dertler dünyasından kurtulmanın yolu bu değil. Neden bana öyle öfkeyle bakıyorsun? Sorumu huzurlu ve sessiz bir şekilde yanıtla. Coşkuyla yanıtla! Yanıt veremiyorsan, basitçe, 'Bilmiyorum.' de. Ama öfkelenme."

Adam şöyle dedi: "İntihar günahtır. Ben intihar edemem. Ama bir daha asla doğmak istemiyorum. O duruma yavaş yavaş, sahip olduğum her şeyden vazgeçerek ulaşacağım."

Dedim ki: "Lütfen, bana sahip olduğun bir şey göster çünkü görebildiğim kadarıyla çıplaksın ve hiçbir şeye sahip değilsin. Nelerin var?"

Dedem beni durdurmaya çalıştı. Anneanneme işaret ettim ve ona dedim ki: "Unutma, Nani'den izin aldım ve artık kimse beni engelleyemez, sen bile. Onunla senden bahsettik, çünkü ben senin gurunu ve onun bu pis, sözde vaazını kesersem bana öfkeleneceğinden endişelendim. O bana, 'Bana işaret et, yeter. Endişelenme: Benim bir bakışımla susar.' dedi." Tuhaf... ama doğruydu! Nani'm bakmadan sustu.

Daha sonra Nani'm ve ben güldük. Ona dedim ki, "Sana bakmadı bile."

Dedi ki, "Bakamazdı, çünkü 'Kes sesini! Çocuğa karışma.' diyeceğimden korktu. Bu yüzden benden kaçındı. Benden kaçınmanın tek yolu, sana karışmamaktı."

Aslında dedem meditasyon yaparmış gibi gözlerini kapatmıştı. Ona dedim ki, "Nana, harika! Öfkelisin, köpürüyorsun, içinde ateş var, ama sen meditasyon yapıyormuş gibi gözlerini kapatmış, oturuyorsun. Senin gurun öfkeli, çünkü sorularım onu rahatsız ediyor. Sen öfkelisin, çünkü gurun yanıt veremiyor. Ama ben diyorum ki, burada vaaz veren bu adam yalnızca bir embesil." Bunları söylediğimde dört, beş yaşından daha büyük değildim.

O zamandan sonra bu dilimde kaldı. Nerede olursa olsun, kim olursa olsun aptalı hemen tanıyorum. Benim X ışını gözlerimden kimse kaçamıyor.

JAİNA RAHİBİNİN ADINI HATIRLAMIYORUM, BELKİ DE adı Shanti Sagar, yani "mutluluk okyanusu" idi. Ama adam kesinlikle bu değildi. İşte bu yüzden ismini unuttum. Adam yalnızca kirli bir su birikintisiydi, bir mutluluk ya da huzur okyanusu değil. Ve kesinlikle bir sessizlik adamı değildi, çünkü çok öfkeliydi.

Shanti pek çok anlama gelebilir. Huzur anlamına gelebilir, sessizlik anlamına gelebilir, iki temel anlamı budur. İkisi de onda yoktu. Adam ne huzurlu, ne sessizdi, hiç değildi. Ne de adamın kargaşasız olduğunu söyleyebilirdin, çünkü o kadar öfkelendi ki, bana bağırarak oturmamı söyledi.

Dedim ki, "Kimse bana kendi evimde oturmamı söyleyemez. Ben sana dışarı çıkmanı söyleyebilirim, ama sen bana oturmamı söyleyemezsin. Ama ben sana dışarı çıkmanı söylemeyeceğim, çünkü birkaç sorum daha var. Lütfen öfkelenme, ismini hatırla, Shanti Sagar; huzur ve sessizlik okyanusu. En azından küçük bir havuz olabilirsin. Küçük bir çocuk seni rahatsız etmesin."

Adamın sessiz olup olmamasına aldırmadan şimdi kahkahalar atmakta olan anneanneme sordum, "Ne diyorsun, Nani? Ona daha fazla soru sormalı mıyım, yoksa evimizden çıkmasını mı söylemeliyim?"

Elbette dedeme sormadım, çünkü bu adam onun gurusuydu. Nani'm dedi ki, "Ne istersen sorabilirsin ve yanıt veremezse, kapı açık, çıkabilir."

Bu kadını seviyordum. Beni asi yapan oydu. Dedem bile onun beni bu şekilde desteklemesi karşısında şok geçirdi. O sözde Shanti Sagar anneannemin beni desteklediğini görür görmez sustu. Yalnızca anneannem değil, köylüler de hemen benim tarafımı tutmaya başlamıştı. Zavallı Jaina rahibi yapayalnız kalmıştı.

Ona birkaç soru daha sordum. Dedim ki; '"Kendiniz o deneyimi yaşamadığınız sürece hiçbir şeye inanmayın.' dedin. Bunda hakikati görüyorum, dolayısıyla bu soruyu soruyorum..."

Jainalar yedi cehenneme inanırlar. Altıncıya kadar geri dönme olasılığı vardır, ama yedinci ebedidir. Belki yedinci Hıristiyan cehennemidir, çünkü oraya girersen, sonsuza dek orada kalırsın. Devam ettim, "Yedi cehennemden bahsettin, bu yüzden şu soru doğuyor, yedinci cehennemi ziyaret ettin mi? Etmiş olsan burada olamazdın. Etmediysen, neye dayanarak var olduğunu söylüyorsun? Yalnızca altı cehennem olduğunu söylemelisin, yedi değil. Şimdi, lütfen doğru konuş: Yalnızca altı cehennem olduğunu söyle ya da yedi tane olduğu konusunda ısrar edersen, o zaman bana en azından bir adamın, Shanti Sagar, yedinci cehennemden döndüğünü kanıtla."

Adam şaşkınlık içinde kaldı. Bir çocuğun böyle bir soru soracağına inanamıyordu. Bugün, ben de inanamıyorum! Nasıl böyle bir soru sorabildim? Verebileceğim tek yanıt, eğitimsiz olduğum, kesinlikle bilgisiz olduğum. Bilgi seni çok kurnaz kılar. Ben kurnaz değildim. Yalnızca eğitimsiz herhangi bir çocuğun soracağı soruyu sordum. Eğitim insanın zavallı çocuklara karşı işlediği en büyük suçtur. Belki dünyadaki son özgürleştirme, çocukların özgürleştirilmesi olacaktır.

Ben masumdum, kesinlikle bilgisizdim. Okuyup yazamıyor, parmaklarımdan daha fazla sayamıyordum. Bugün bile, herhangi bir şeyi sayarken parmaklarımla başlarım ve bir parmağı atlarsam karıştırırım. Adam yanıt veremedi. Anneannem ayağa kalktı ve dedi ki, "Soruyu yanıtlamak zorundasın. Yalnızca bir çocuğun sorduğunu düşünme; ben de soruyorum ve ben ev sahibenim."

Şimdi bir kez daha sana bir Jaina geleneğini tanıtmalıyım. Bir Jaina yiyeceğini almak için bir aileye geldiği zaman, yemeğini aldıktan sonra, aileye hayır duası olarak, bir vaaz verir. Vaaz ev sahibesine hitaben verilir. Anneannem dedi ki, "Bugün ev sahiben benim ve ben de aynı soruyu soruyorum. Yedinci cehennemi ziyaret ettin mi? Etmediysen, etmediğini dürüstçe söyle, ama o zaman yedi cehennem olduğunu söyleyemezsin."

Rahip öyle şaşırdı, öyle kafası karıştı ki -güzel bir kadın ile karşı karşıya olduğundan daha fazla- gidecek oldu. Nani'm bağırdı, "Dur! Gitme! Çocuğumun sorusunu kim yanıtlayacak? Daha soracak birkaç sorusu var. Sen nasıl bir adamsın, bir çocuğun sorularından kaçıyorsun?"

Adam durdu. Ona dedim ki, "İkinci soruyu boş ver, çünkü bir rahip ona yanıt veremez. İlk sorumu da yanıtlamadı, bu yüzden ona üçüncüyü soracağım; belki bunu yanıtlayabilir."

Adam bana baktı. Dedim ki, "Bana bakmak istiyorsan, gözlerime bak." Büyük bir sessizlik oldu, kimse tek söz söylemedi. Rahip bakışlarını indirdi ve ben o zaman dedim ki, "O zaman sormak istemiyorum. İlk iki sorum yanıtlanmadı ve üçüncüsü sorulmadı, çünkü evin konuğunun utanmasını istemiyorum. Çekiliyorum." Ve gerçekten de toplantıdan çekildim ve anneannem beni takip ettiğinde çok mutlu oldum. Rahip, dedem tarafından uğurlandı, ama o gider gitmez dedem eve koştu ve anneanneme sordu, "Sen deli misin? İlk önce baş belasının biri olarak doğan bu çocuğu destekledin, sonra ustama tek bir veda sözü etmeden onunla gittin."

Anneannem dedi ki, "O benim ustam değil, bu yüzden azıcık bile umurumda değil. Dahası, senin doğuştan baş belası olduğunu düşündüğün şey bir tohum. Kimse ondan ne yetişeceğini bilmiyor."

Artık ondan ne yetiştiğini biliyorum. İnsan doğuştan baş belası olmadığı sürece buda olamaz. Ve ben Gautama Buda gibi bir buda değilim; o çok geleneksel. Ben Zorba Buda'yım. Ben Doğu ile Batı'nın karşılaşmasıyım. Aslında, ben Doğu ile Batı'yı, yüksek ile alçağı, erkek ile kadını, iyi ile kötüyü, Tanrı ile şeytanı ayırmıyorum. Hayır, bin kere hayır, ben bölmüyorum. Ben şimdiye dek bölünmüş olanları birleştiriyorum. Benim işim bu.

O gün, tüm yaşamım boyunca olanları anlamak konusunda büyük önem taşır, çünkü tohumu anlamadığın sürece ağacı ve çiçekleri, hatta belki dalların arasından görünen ayı kaçırırsın.

O günden sonra mazoşistik olan her şeye karşı oldum. Elbette, sözcüğü çok daha sonra öğrendim, ama sözcüğün önemi yok. Çileci olan her şeye karşı oldum; o günlerde bu sözcüğü bile bilmiyordum, ama pis bir şeylerin kokusunu alabiliyordum. Benim her tür kendi kendine işkence etmeye karşı alerjim olduğunu biliyorsun. Ben her insanın dolu dolu yaşamasını istiyorum; en az, benim yolum değildir. En fazlayı yaşa, ya da en fazlanın ötesine gidiyorsan, ne âlâ. Git! Bekleme! Ve Godot'yu beklemek için zaman harcama...

... Ben yaşamın sona erdirilmesine karşı değilim. İnsan onu sona erdirmeye karar verirse, bu elbette onun hakkıdır. Ama yaşamın uzun bir işkence kılınmasına kesinlikle karşıyım. Shanti Sagar öldüğünde, bu yüz on günlük yemeksizlik gerektirdi. Sağlıklı bir adam yemek yemeden kolaylıkla doksan gün dayanabilir. Sıra dışı bir sağlığı varsa, daha uzun süre hayatta kalabilir.

Bu yüzden unutma, adama karşı kaba davranmadım. O bağlamda, sorum kesinlikle doğruydu, belki adam yanıtlamadığı için daha fazla doğru. Ve bugün bunu sana söylemek tuhaf, bu yalnızca benim sorgulamamın başlangıcı değildi, aynı zamanda insanları yanıtlamamasının başlangıcı idi. Pek çok sözde spiritüel insanla karşılaştım, ama hiçbiri sorularımın hiçbirini yanıtlamadı. Bir açıdan o gün tüm lezzetimi, tüm yaşamımı belirledi.

Shanti Sagar çok kızgın ayrıldı, ama ben çok mutluydum ve bunu dedemden gizlemedim. Ona dedim ki, "Nana, kızgın ayrılmış olabilir, ama ben kesinlikle haklı olduğumu hissediyorum. Senin gurun yalnızca sıradan bir adammış. Daha kıymetli birini seçmelisin."

O bile güldü ve dedi ki, "Belki de haklısın, ama benim yaşımda guru değiştirmek pek pratik değildir." Nani'me sordu, "Sen ne düşünüyorsun?"

Nani'm her zamanki doğruluğuyla, "Asla değişmek için geç değildir. Seçtiğinin doğru olmadığını görmüşsen, değiştir. Aslında, çabuk ol, çünkü yaşlanıyorsun. 'Yaşlandım, değişemem' deme. Genç bir adam değişmemenin bedeline katlanabilir, ama yaşlı bir adam katlanamaz ve sen yeterince yaşlısın." dedi.

Dedem birkaç sene sonra öldü, ama gurusunu değiştirecek cesareti bulamadı. Aynı, eski düzenine devam etti. Anneannem onu dürtükler, "Gurunu ve yöntemlerini ne zaman değiştireceksin?" derdi.

Dedem, "Evet, değiştireceğim, değiştireceğim." derdi. Bir gün anneannem dedi ki, "Bu saçmalığı kes! Hemen, şu an değişmediği sürece kimse değişmez. 'Değiştireceğim, değiştireceğim' deme. Ya değiş, ya değişme, ama açık konuş." Kadın muazzam bir güç olabiliyordu. Yalnızca bir ev kadını olmak için yaratılmamıştı. O küçük köyde yaşamak için yaratılmamıştı. Tüm dünya onu tanımalıydı. Belki ben onun aracıyımdır; belki kendini bana boşaltmıştır. Beni o kadar derinden seviyordu ki, asıl annemi hiç asıl annem olarak düşünmedim. Hep nani'mi asıl annem saydım.

Ne zaman bir şeyi, birine karşı yaptığım bir kusuru itiraf etmem gerekse, yalnızca ona itiraf edebiliyordum, başkasına değil. Ona güvenirdim. Ona her sırrımı açabilirdim, çünkü bir şeyi fark etmiştim, o anlama yeteneğine sahipti.

... Yaşamımın o anında, Jaina rahibine tuhaf, sinir bozucu, rahatsız edici sorular sorarken yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Belki de ona yardım etmişimdir. Belki bir gün anlayacaktı. Cesareti olsa o gün anlardı, ama adam bir korkaktı, kaçtı. Ve o zamandan sonra, hep bu deneyimi yaşadım: Sözde mahatmalar ve azizlerin hepsi korkaktır. Gerçekten asi bir ruhu olan tek bir mahatmaya(5) -Hindu, Müslüman, Hıristiyan ya da Budist- rastlamadım. Asi olmayan dindar olamaz. İsyan dinin temelidir.

NANA YALNIZCA ANNEMİN BABASI DEĞİLDİ. ONUN benim için anlamını tanımlamak çok zor. Bana Raca derdi -raca "kral" demektir- ve o yedi yıl boyunca beni kral gibi yaşatmayı başardı. Doğum günümde yakın bir kasabadan bir fil getirtirdi... O günlerde, Hindistan'da filler ya krallar -çünkü filin gereksinim duyduğu bakım, yiyecek ve hizmet çok pahalıdır- ya da azizler tarafından beslenirdi. Onlara iki tür insan sahip olurdu. Azizlerin filleri olabilirdi, çünkü çok takipçileri olurdu. Takipçileri azize baktıkları gibi, filine de bakabilirdi. Yakında fili olan bir aziz vardı, böylece annemin babası beni filin sırtına, gümüş para dolu iki heybenin ortasına oturturdu.

Çocukluğumda Hindistan'da banknot yoktu; rupi için hâlâ gümüş kullanılıyordu. Dedem iki iri heybeyi gümüş paralarla doldurur, iki yana asar, ben paralar saçarak köyde dolaşırdım. Doğum günümü böyle kutlardı. Ben yola çılanca, daha çok gümüş para taşıyan öküz arabasıyla arkamdan gelir, "Cimri olma, bende yeterince var. Bende olandan daha fazla saçamazsın. Saçmaya devam et!" der dururdu.

Bir kraliyet ailesine ait olduğum fikrini verebilmek için olası her yolu kullanıyordu.

AYRILIĞIN KENDİ ŞİİRSELLİĞİ VARDIR, İNSANIN O DİLİ öğrenmesi, derinliklerinde yaşaması yeterlidir. Sonra hüznün içinden yeni bir tür coşku gelir... Bu imkânsız görünür, ama olur. Bunu nana'mın ölümü sayesinde öğrendim. Bu mutlak bir ayrılıştı. Bir daha karşılaşmayacağız, ama içinde bir güzellik vardı. Yaşlıydı ve belki de şiddetli bir kalp krizi yüzünden öldü. Biz farkında değildik, çünkü köyün bir doktoru, hatta bir eczacısı, ilacı yoktu, bu yüzden ölüm sebebini bilmiyorduk, ama ben şiddetli bir kalp krizi olduğunu düşünüyorum.

Kulağına sordum, "Nana, ayrılmadan önce bana söyleyecek bir şeyin var mı? Son söz? Ya da seni sonsuza dek bana hatırlatacak bir şey vermek istiyor musun?" Yüzüğünü çıkardı ve elime koydu. O yüzük şimdi bir sannyasin(6) ile birlikte; onu birine verdim. Ama o yüzük hep bir gizem olmuştur. Dedem tüm yaşamı boyunca kimsenin o yüzüğün içinde ne olduğunu görmesine izin vermedi, ama ona tekrar tekrar bakardı. O yüzüğün iki yanında, içinden bakabileceğin iki cam penceresi vardı. Tepesinde bir elmas, yanlarında birer cam pencere vardı.

Pencerenin içinden neye baktığını kimsenin görmesine izin vermezdi. İçinde Mahavira'nın, Jaina tirthankara'sının bir heykeli vardı; gerçekten güzel bir imge ve çok küçük. İçeride Mahavira'nın küçük bir resmi vardı ve o iki pencere büyüteçti. Resmi büyütüyor, gerçekten dev gibi görünmesini sağlıyordu.

Dedem gözlerinde yaşlarla, "Sana verecek başka hiçbir şeyim yok, çünkü sahip olduğum her şey, benden alındığı gibi senden de alınacak. Sana yalnızca kendini bilen birine duyduğum sevgiyi verebilirim."

O yüzüğü saklamadım, ama onun arzusunu gerçekleştirdim. Kendini bileni tanıdım ve kendimi bildim. Bir yüzük fark eder mi? Ama zavallı yaşlı adam, ustasını, Mahavira(7)'yı seviyordu ve sevgisini bana verdi. Onun ustasına ve bana beslediği sevgiye saygı duyuyorum. Dudaklarındaki son sözler, "Endişelenme, çünkü ben ölmüyorum." oldu.

Hepimiz başka bir şey söyleyecek mi, diye bekledik, ama o kadardı. Gözleri kapandı ve o gitti.

O sessizliği hâlâ hatırlıyorum. Öküz arabası bir ırmak yatağından geçiyordu. Her detayı çok iyi hatırlıyorum. Hiçbir şey söylemedim, çünkü anneannemi rahatsız etmek istemiyordum. O da hiçbir şey söylemedi. Birkaç dakika geçti, sonra ben anneannem için biraz endişelendim ve dedim ki, "Bir şey söyle; o kadar sessiz olma, bu tahammül edilmez."

İnanır mısın, bir şarkı söyledi! Ölümün kutlanması gerektiğini böyle öğrendim. Dedeme ilk âşık olduğu zaman söylediği şarkıyı söyledi.

Şu da hatırlanmaya değer: Anneannem doksan sene önce, Hindistan'da âşık olacak kadar cesurdu. Yirmi dört yaşına kadar bekâr kaldı. Bu çok nadirdir. Ona bir kez neden o kadar uzun süre bekâr kaldığını sordum. Çok güzel bir kadındı... Ona şakayla karışık, Khajuraho eyaletinin içinde bulunduğu Chhattarpur'un kralının bile ona âşık olabileceğini söyledim.

Dedi ki, "Bundan bahsetmen tuhaf, çünkü oldu. Onu reddettim ve yalnızca onu değil, başkalarını da." O günlerde, Hindistan'da kızlar yedi, en fazla dokuz yaşında evlenirdi. Sırf aşk korkusundan... Daha büyüyünce âşık olabilirlerdi. Ama anneannemin babası bir şairdi; şarkıları Khajuraho'da ve yakın köylerde hâlâ söylenir. Kızı kabul etmediği sürece onu kimseyle evlendirmeyeceği konusunda ısrar etti. Şans eseri, kızı dedeme âşık oldu.

Ona sordum, "Bu daha da tuhaf; Chhattarpur kralını reddettin ve bu fakir adama âşık oldun. Niçin? Kuşkusuz çok yakışıklı bir adam değildi, ne de herhangi bir açıdan sıra dışıydı. Neden ona âşık oldun?"

Dedi ki, "Yanlış soruyu soruyorsun. Âşık olmakta 'neden' yoktur. Onu gördüm ve oldu. Gözlerini gördüm ve içimde, bir daha asla bozulmayan bir güven doğdu."

Dedeme de sordum, "Nani sana âşık olduğunu söylüyor. Onun açısından tamam, ama sen neden bu evliliğin gerçekleşmesine izin verdin?"

Dedi ki, "Ben ne şairim, ne de düşünür, ama gördüğüm zaman güzelliği bilirim."

Nani'mden daha güzel bir kadın hiç görmedim. Ben de ona âşıktım ve onu tüm yaşamım boyunca sevdim. Seksen yaşında öldüğü zaman, koşa koşa eve döndüm ve onu orada, ölü yatarken buldum. Hepsi beni bekliyordu, çünkü anneannem ben gelmeden bedenini cenaze ateşine koymamalarını söylemişti. Cenazesini benim ateşe vermem konusunda ısrar etmişti, bu yüzden beni bekliyorlardı. İçeri girdim, yüzünü açtım... Hâlâ güzeldi! Aslında, her zamankinden daha güzeldi, çünkü her şey sessizdi; nefes almasının, yaşamanın yarattığı kargaşa orada değildi. Yalnızca huzur vardı.

Bedenini ateşe vermek hayatım boyunca yaptığım en zor işti. Sanki Leonardo'nun ya da Vincent van Gogh'un en güzel resimlerini ateşe veriyordum. Elbette benim için o Mona Lisa'dan daha değerliydi, Kleopatra'dan daha güzeldi. Bu bir abartı değil. Benim gözümde güzel olan her şey bir şekilde ondan gelir. Bana olduğum gibi olmam için her şekilde yardım etti. O olmasa bir dükkân sahibi ya da belki bir doktor yada mühendis olabilirdim, çünkü üniversiteyi kazandığım zaman babam o kadar fakirdi ki, beni üniversiteye göndermesi güçtü. Ama bunu yapmak için borç almaya hazırdı. Üniversiteye gitmem konusunda çok ısrarlıydı. Ben gönüllüydüm, ama tıbba gitmeyecektim, mühendislik fakültesine gitmeye de gönüllü değildim. Doktor ya da mühendis olmayı açıkça reddettim. Ona dedim ki, "Gerçeği bilmek istiyorsan, ben sannyasin, aylak olmak istiyorum."

"Ne!? Aylak mı?" dedi.

"Evet." dedim. "Üniversiteye gidip felsefe okumak istiyorum, böylece filozof bir aylak olabilirim."

"Bu durumda borç alıp onca derde girmeyeceğim." diyerek reddetti.

Anneannem dedi ki, "Sen endişelenme, oğlum; sen git ve ne yapmak istiyorsan onu yap. Ben hayattayım ve senin kendin olmana yardım edebilmek için sahip olduğum her şeyi satacağım. Nereye gitmek istediğini, ne okumak istediğini sormayacağım."

Hiç sormadı ve profesör olduğum zaman bile para göndermeye devam etti. Ona kendi paramı kazandığımı, asıl benim ona para göndermem gerektiğini söylemek zorunda kaldım.

"Endişelenme." dedi. "Bu parayı başka şekilde kullanamam ve sen onu iyi kullanıyor olmalısın."

İnsanlar kitaplarımı alacak parayı nasıl bulduğumu merak ediyordu, çünkü binlerce kitabım vardı. Daha lisede öğrenciyken bile evimde binlerce kitap vardı. Tüm evim kitaplarla doluydu ve insanlar onca parayı nereden bulduğumu merak ediyordu. Anneannem bana demişti ki, "Kimseye parayı benden aldığını söyleme, çünkü annen ve baban öğrenirse benden para istemeye başlarlar ve reddetmekte güçlük çekerim."

Bana para vermeye devam etti. Öldüğü ay bile bana her zamanki gibi para gönderdiğini duyunca şaşıracaksın. Öldüğü günün sabahında çeki imzalamıştı. Aynı zamanda, onun bankadaki son parası olduğunu duyunca da şaşıracaksın. Belki bir şekilde yarın olmayacağını anlamıştı.

Pek çok açıdan talihliyim, ama en büyük talihim annemin annesi ve babasının onlar olması oldu... O ilk, altın yıllar.


--------------------------------------------------------------------------------

(1) Yenge (Ed. n.)

(2) Jainizm (Caynacılık): Brahmanizmin düzeltilmesi olarak meydana çıkan tanrısız Hint dini... Ruhu ve bedeni, biri bilinçli biri bilinçsiz olarak, aynı özden sayar. Caynacılık anlayışına göre sevap ve günahlar, Karma'dan doğar. Buysa insan için bir tutsaklıktır, nirvanaya varılarak bunun önlenmesi ve insanın kurtuluşa ulaştırılması gerekir. (Ed. n.)

(3) Mantra: Kutsal söz... Mantra'lar kutsal "om" hecesi gibi, kutsal bir sözün özetidir.

(4) Gabriel Marcel (1889-1973) Fransız düşünürü... Ona göre bilim değersizdir, değerli olan bireyin gizlerle örtülü varoluşsal yaşamıdır ki, Tanrı'ya ancak böylelikle varılır. (Ed.n.)

(5) Mahatma: Büyük ruh... Hint bilge ve ermişleri böyle nitelenir. Onların başkaların1 kurtarmak için kendilerini feda ettiklerine inanılır. (Ed. n.)

(6) Geleneksel olarak "sannyasin", dünyadan feragat eden spiritüel bir arayıcıdır. Osho bu terimi, dünyada kalan, ama yaptığı her şeye meditasyon ve farkındalık getirmeye çalışan bir arayıcı ya da mürit için kullanır. (Ed. n.)

(7) Mahavira: Dinsel anlamda büyük kişi... Jainizmin kurucusu din adamı vardhamamana, tanrı Rama vb. bu adla anılırlar. (Ed.n.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder