AYDINLANMA: GEÇMİŞTEN KOPUŞ

Çok güzel bir budist hikâyesi vardır: Bir kasabada aniden, hiç yoktan genç, güzel bir kadın belirir. Kimse onun nereden geldiğini bilmemektedir; nereli olduğu hiç bilinmemektedir. Ama o kadar güzel, o kadar büyüleyicidir ki, kimse nereden geldiğini düşünmez, insanlar toplanır, tüm kasaba toplanır ve tüm genç adamlar, neredeyse üç yüz genç adam kadınla evlenmek ister.

Kadın der ki, "Bakın, ben bir kişiyim, siz üç yüz. Yalnızca bir kişiyle evlenebilirim, bu yüzden bir şey yapın. Yarın gene geleceğim; size yirmi dört saat veriyorum. İçinizden biri Buda'nın Lotus Sutra'sını söyleyebilirse, onunla evleneceğim."

Tüm genç adamlar evlerine koşar; yemezler, uyumazlar, tüm gece sutrayı(1) ezberlerler, kafalarına sokmaya çalışırlar. On tanesi başarır. Ertesi sabah kadın gelir ve o on kişi ezberden okumayı teklif eder. Kadın dinler. Başarmışlardır.

Kadın der ki, "Tamam, ama ben bir kişiyim. Nasıl on kişiyle evlenebilirim? Size yine yirmi dört saat vereceğim. Lotus Sutra'nın anlamını açıklayabilenle evleneceğim. Bu yüzden anlamaya çalışın, çünkü ezberlemek kolaydır, mekanik olarak bir şeyi tekrarlıyorsunuz ve anlamını anlamıyorsunuz."

Hiç zaman yoktur -yalnızca bir gece!- oysa Lotus Sutra uzun bir sutradır. Ama âşıksan her şeyi yapabilirsin. Genç adamlar evlerine koşarlar ve çok çalışırlar. Ertesi gün üç kişi gelir. Anlamışlardır.

Ve kadın şöyle der, "Sorun hâlâ yerinde duruyor. Sayınız azaldı, ama sorun duruyor. Üç yüz kişiden üç kişiye düşmek bir gelişme, ama yine, üç kişiyle evlenemem, yalnızca bir kişiyle evlenebilirim. Bu yüzden yirmi dört saat daha... Yalnızca anlamakla kalmayıp, onun tadını alan kişiyle evleneceğim. Bu yüzden yirmi dört saat onun anlamını tatmaya çalışın. Açıklıyorsunuz, ama bu açıklama zihinsel. Biraz düşünsel tat, bir koku görmek istiyorum. Lotusun varlığınıza girdiğini, lotustan bir şeyler kazandığınızı görmek istiyorum. Onun kokusunu almak istiyorum. Bu yüzden yarın yine geleceğim."

Yalnızca bir kişi gelir ve kesinlikle başarmıştır. Kadın onu kasabanın dışındaki evine götürür. Adam evi daha önce hiç görmemiştir; çok güzeldir, neredeyse bir hayal ülkesidir. Ve kadının anne babası kapıda durmaktadırlar. Genç adamı karşılarlar ve "Çok mutlu olduk." derler.

Kadın içeri girer ve adam, anne babayla biraz gevezelik yapar. Sonra anne baba şöyle der, "Sen git. Seni bekliyordur. Bu onun odası." Ona gösterirler. Adam gider, kapıyı açar, ama orada kimse yoktur. Boş bir odadır. Ama bahçeye giden bir kapısı vardır. Bu yüzden bakar, belki kadın bahçeye çıkmıştır. Evet, bahçeye çıkmış olmalıdır, çünkü patikada ayak izleri vardır. Böylece ayak izlerini takip eder. Neredeyse bir buçuk kilometre yürür. Bahçe biter ve şimdi çok güzel bir ırmağın kıyısında durmaktadır, ama kadın orada değildir. Ayak izleri de yok olmuştur. Yalnızca iki ayakkabı vardır, kadına ait altın ayakkabılar.

Adam şaşırır. Ne olmuştur? Arkasına bakar, bahçe yoktur, ev yoktur, anne baba yoktur, hiçbir şey yoktur. Hepsi yok olmuştur. Yine bakar. Ayakkabılar yok olmuştur, ırmak yok olmuştur. Geride kalan tek şey boşluktur. Boşluk ve büyük bir kahkaha.

Ve o da kahkaha atar. Evlenmiştir.

Bu çok güzel bir Budist hikâyesidir. Adam boşlukla, hiçlikle evlenmiştir. Bütün büyük azizlerin aradığı evlilik budur. "İsa'nın gelini" ya da "Krişna'nın gopisi(2)" olduğunuz an budur. Ama her şey yok olur; patika, bahçe, ev, kadın, hatta ayak izleri. Her şey yok olur. Yalnızca bir kahkaha vardır, evrenin göbeğinden yükselen bir kahkaha.

ÇOCUKLUĞUMDAN BERİ SESSİZLİĞE ÂŞIĞIM. ELİMDEN geldiğince uzun süre sessizce otururdum. Doğal olarak ailem işe yaramaz biri olacağımı düşünürdü. Haklıydılar! Gerçekten de işe yaramaz biri oldum, ama bundan pişman değilim!

Öyle bir noktaya geldi ki, bazen ben otururken annem gelirdi ve şöyle bir şey derdi, "Tüm evde kimse kalmamış gibi. Pazara gidip sebze alacak birine ihtiyacım var." Onun tam önünde oturuyor olurdum ve şöyle derdim, "Birini görürsem söylerim."

Varlığımın anlamı olmadığı kabul ediliyordu; orada olup olmamam fark etmiyordu. Bir iki kez denediler ve sonra, "Onu hesaba katmamak, onu dikkate almamak daha iyi." dediler. Sabahleyin beni sebze almaya gönderirlerdi. Akşam gelip sorardım, "Beni ne için gönderdiğinizi unuttum ve artık pazar kapalı..."

Annem derdi ki, "Bu senin hatan değil, bizim hatamız. Bütün gün bekledik, ama baştan senden istemememiz gerekirdi. Nerelerdeydin?"

Derdim ki, "Evden çıkarken yakında çok güzel bir bodhi ağacı gördüm." Gautama Buda'nın altında uyandığı türden bir ağaç. Ağaca Gautama Buda yüzünden bodhi ağacı adı verildi. Gautama Buda'dan önce adı neydi, bilinmiyor; bir ismi olmuş olmalı, ama Buda'dan sonra onun adı ile ilişkilendi.

Güzel bir bodhi ağacı vardı ve benim için çok baştan çıkarıcıydı. Altında öyle bir sessizlik, öyle bir serinlik olurdu, beni rahatsız edecek kimse olmazdı ki, bir süre altında oturmadan yanından geçemezdim. Ve o huzur anları, sanırım bütün güne yayılırdı.

Birkaç hayal kırıklığından sonra, "Onu rahatsız etmemek daha iyi." diye düşündüler. Ve neredeyse var olmadığım gerçeğini kabul etmeleri beni çok mutlu ediyordu. Bu bana muazzam bir özgürlük veriyordu. Kimse benden hiçbir şey beklemiyordu. Kimse senden bir şey beklemezken bir sessizliğe düşersin. Dünya seni kabul etmiştir, artık senden beklenen bir şey yoktur.

Bazen eve geç kaldığımda, beni iki yerde ararlardı. Biri nani'min eviydi, diğeri bodhi ağacı. Beni bodhi ağacının altında aramaya başladıkları için ağaca tırmanıp tepesinde oturmaya başladım. Gelir, çevresine bakınır ve "Burada görünmüyor." derlerdi.

Ve ben başımı sallar, "Evet, bu doğru. Burada değilim", derdim.

İLK BEDEN DIŞI DENEYİMİM AĞAÇTAN DÜŞÜNCE oldu. Üniversitenin hemen arkasında, üç yüksek ağaç ve bir tepeciğin olduğu, çok sessiz, kimsenin gitmediği bir yerde meditasyon yapardım. O ağaçlardan birine tırmanıp, meditasyon yapardım. Bir gün aniden ağaçta oturduğumu ve aynı anda bedenimin aşağı düştüğünü ve yerde yattığını gördüm. Bir an ona nasıl gireceğimi bilemedim. Tesadüf eseri yakındaki bir köyden üniversiteye süt getiren bir kadın bedenimin düştüğünü görmüştü, bu yüzden yakına geldi. İçsel bedenin dışsal bedenden ayrıldığı durumları, gözlerin arasındaki üçüncü gözü ovalarsan, onun kapı olduğunu duymuş olmalıydı. Dışarı çıkan ruh oradan girebilirdi.

Bu yüzden üçüncü gözümü ovaladı. Onun alnımı ovaladığını görebiliyordum ve bir sonraki an gözlerimi açtım ve ona bunu yapmayı nereden öğrendiğini sordum.

Yalnızca işitmişti. İlkel bir köydü, ama üçüncü gözün insanın çıktığı ve geri dönebileceği yer olduğuna ilişkin geleneksel fikri duymuştu.

HATIRLAYABİLDİĞİM İLK ZAMANLARDAN BERİ AYDINLANMA kapısını aradım durdum, ta çocukluğumdan beri. O fikri geçmiş yaşamımdan taşıyıp getirmiş olmalıyım, çünkü bu yaşamdaki çocukluğumda onu aramadığım tek bir gün hatırlamıyorum. Doğal olarak, herkes deli olduğumu düşündü. Hiç çocuklarla oynamadım. Kendi yaşıtım çocuklarla iletişim kurmanın yolunu hiç bulamadım. Bana aptal görünüyorlardı, aptalca şeyler yapıyorlardı. Hiçbir futbol takımına, voleybol takımına, hokey takımına katılmadım. Elbette, hepsi deli olduğumu düşündü. Ve beni ilgilendirdiği kadarıyla, ben büyürken tüm dünyaya deli gözüyle bakmaya başladım.

Son senede, yirmi bir yaşındayken, bir sinir çöküntüsü ve aşma zamanı oldu. Doğal olarak, beni sevenler -ailem, dostlarım, profesörlerim- içimde neler olup bittiğini biraz anlayabiliyorlardı. Neden diğer çocuklardan bu kadar farklıydım, neden gidip saatlerce gözlerim kapalı oturuyordum, neden ırmağın kıyısına oturup saatlerce, bazen bütün gece gökyüzüne bakıyordum. Doğal olarak, bu tür şeyleri anlayamayan insanlar -onların anlamasını beklemiyordum- benim deli olduğumu düşündü.

Kendi evimde neredeyse yoktum. Yavaş yavaş bana herhangi bir şey sormaktan vazgeçtiler ve yavaş yavaş orada değilmişim gibi hissetmeye başladılar. Ve bir hiçlik, hiç kimse, yokluk oluş biçimime bayılıyordum.

O bir sene muazzamdı. Hiçlikle, boşlukla çevrelenmiştim. Dünya ile her tür iletişimi kaybetmiştim. Biri bana banyo yapmamı hatırlatırsa, saatlerce banyo yapıp duruyordum. Sonra kapıyı çalmak zorunda kalıyorlardı. "Şimdi banyodan çık. Bir ay yetecek kadar banyo yaptın! Dışarı çık artık." Bana yememi hatırlattıkları zaman yiyordum; aksi halde günler geçiyor, hiçbir şey yemiyordum. Oruç tuttuğumdan değil, yemek ya da oruç tutmak hakkında hiçbir fikrim olmuyordu. Tek düşüncem kendimin içinde derine, daha derine gitmekti. Ve kapı o kadar çekici, çekiş o kadar büyüktü ki... Fizikçilerin artık kara delik dedikleri şey gibi.

Varoluşta kara delikler olduğu söyleniyor. Tesadüfen kara deliğe bir yıldız gelirse, içine çekilir; o çekişe direnmenin yolu yoktur ve kara deliğe girmek yıkıma gitmektir. Diğer yanda ne olduğunu bilmeyiz. Benim fikrim, -bunun için bir fizikçinin kanıt bulması gereklidir- kara deliğin diğer yanda beyaz delik olduğudur. Delik tek yönlü olamaz; bir tünel olmalıdır. Bu deneyimi ben kendi içimde yaşadım. Belki evrende daha büyük ölçekte oluyordur. Yıldız ölür; bizim görebildiğimiz kadarıyla yok olur. Ama her geçen an yeni yıldızlar doğar. Nereden? Onların geldiği rahim nerededir? Basit aritmetik o kara deliğin rahim olduğunu gösterir, eskiler içinde yok olur ve yeniler doğar.

Bu deneyimi ben kendi içimde yaşadım. Ben bir fizikçi değilim. O bir senelik muazzam çekiş beni insanlardan gittikçe uzaklaştırdı, öyle ki kendi annemi tanıyamaz oldum, kendi babamı tanıyamayabiliyordum; kendi ismimi unuttuğum zamanlar oldu. Çok uğraştım, ama ismimin ne olduğunu bulmanın yolu yoktu. Doğal olarak, o bir sene süresince başka herkes için deliydim. Ama benim için delilik meditasyon olmuştu, o deliliğin zirvesi kapıyı açtı.

VAIDYA'YA, BİR AYURVEDA DOKTORUNA GÖTÜRÜLDÜM. Aslında, pek çok doktora götürüldüm, ama yalnızca bir vaidya babama şunu dedi, "O hasta değil. Zamanınızı harcamayın." Elbette, beni bir yerden diğerine sürüklüyorlardı. Ve pek çok insan bana ilaçlar veriyordu ve ben babama şöyle diyordum, "Neden endişeleniyorsun? Ben çok iyiyim." Ama kimse bana inanmıyordu. Diyorlardı ki, "Sessiz ol. İlacı al yeter, ne zararı olabilir?" Bu yüzden her tür ilacı kullandım.

Tek bir vaidyanın anlayışı vardı. Adı Pundit Bhaghirath Prasad idi. O yaşlı adam öldü, ama nadir bir anlayışı vardı. Bana baktı, "Hasta değil." dedi. Ve ağlamaya başladı: "Bu durumu ben de arıyordum. O talihli. Bu yaşamda bu durumu kaçırdım. Onu kimseye götürmeyin. Eve ulaşıyor." Ve mutluluk gözyaşları döktü.

O bir arayıcı idi. Tüm ülkeyi boydan boya aramıştı. Tüm yaşamı bir arayış ve araştırma olmuştu. Bunun ne hakkında olduğu konusunda bir fikri vardı. Benim koruyucum oldu, doktorlara ve diğer hekimlere karşı koruyucum. Babama şöyle dedi, "Bunu bana bırak. Ben ilgilenirim." Bana hiç ilaç vermedi. Babam ısrar ettiğinde bana şekerden haplar verdi ve dedi ki, "Bunlar şekerden haplar. Onları teselli etmek için alabilirsin. Zarar vermezler, faydaları da olmaz. Aslında, hiçbir şeyin faydası olmaz."

ZİHİNSİZLİK DÜNYASINA İLK KEZ GİRDİĞİNİZDE, BU delilik gibi görünür; "ruhun karanlık gecesi", ruhun deli gecesi. Tüm dinler bu gerçeği fark etmiştir; bu yüzden tüm dinler zihinsizlik dünyasına girmeye kalkışmadan önce bir usta bulman konusunda ısrar eder, çünkü o sana yardım etmek, sana destek olmak için orada olacaktır. Sen paramparça olacaksın, ama o seni cesaretlendirmek, sana umut vermek için orada olacak. Yeni olanı sana yorumlamak için o orada olacak. Ustanın anlamı budur: Yorumlanamaz olanı yorumlamak, söylenemez olana işaret etmek, ifade edilemez olanı göstermek. Orada olacak, senin o patikada devam etmen için yöntemler, yollar tasarlayacaktır. Aksi halde ondan kaçmaya başlayabilirsin.

Ve unutma, kaçış yoktur. Kaçmaya başlarsan çılgına dönersin. Sufiler bu tür insanlara mastas derler. Hindistan'da deli paramahansas olarak bilinirler. Geri dönemezsin, çünkü o artık orada değildir, ileri gidemezsin, çünkü tamamen karanlıktır. Orada takılıp kalırsın. İşte bu yüzden Buda der ki, "Bir usta bulan talihlidir."

Ben ustasız çalışıyordum. Aradım ve bir usta bulamadım. Aramadığımdan değil; yeterince çok aramıştım, ama bir tane bulamamıştım. Bir usta bulmak nadirdir, benliksiz olan birini bulmak nadirdir, neredeyse yokluk olan bir varlık bulmak nadirdir. İlahi olana kapı olan bir adam bulmak nadirdir, ilahi olana giden, seni engellemeyecek bir kapı, içinden geçebileceğin bir kapı. Bu çok zordur.

Sihler tapınaklarına gurudwara, ustanın kapısı derler. Usta tam olarak budur: Kapı. İsa tekrar tekrar söyler, "Ben kapıyım, ben yolum, ben gerçeğim. Beni takip edin, benden geçin. Ve benden geçmezseniz, ulaşamazsınız."

Evet, bazen bir insan ustasız çalışmak zorunda kalabilir. Usta yoksa, o zaman insan ustasız çalışmalıdır, ama o zaman yolculuk çok tehlikeli olur.

Bir sene boyunca öyle bir durumdaydım ki, neler olduğunu bilmek neredeyse imkânsızdı. Bir sene boyunca kendimi hayatta tutmak bile güçtü. Kendimi hayatta tutmak çok güç bir şeydi, çünkü iştahım tamamen kaybolmuştu. Günler geçer ben açlık hissetmezdim; günler geçer, ben susuzluk hissetmezdim. Kendimi yemeye, içmeye zorlardım. Beden o kadar yoktu ki, hâlâ bedende olduğumu hissetmek için kendi canımı yakmam gerekirdi. Kafamın hâlâ orada olup olmadığını hissetmek için onu duvara vururdum. Ancak acıdığında birazcık bedende olurdum.

Her sabah ve her akşam yedi ila on beş kilometre koşardım. İnsanlar benim deli olduğumu düşünürdü. Neden o kadar çok koşuyordum ki? Her gün otuz kilometre! Sırf kendimi hissetmek, hâlâ var olduğumu hissetmek, kendim ile bağlantıyı koparmamak içindi, gözlerim olmakta olan yeniye alışana kadar beklemek için.

Ve kendimi kendime yakın tutmak zorundaydım. Kimseyle konuşmuyordum, çünkü her şey o kadar tutarsız olmuştu ki, bir cümleyi oluşturmak bile güçtü. Cümlenin ortasında ne söylediğimi unutuyordum. Yolun ortasında nereye gittiğimi unutuyordum. Sonra geri dönmek zorunda kalıyordum. Bir kitap okurken, elli sayfa okur, sonra aniden fark ederdim, "Ben ne okuyorum? Hiç hatırlamıyorum." Durumum buydu...

Psikiyatristin kapısı hızla açılır ve bir adam koşarak içeri girer. "Doktor!" diye haykırır. "Bana yardım etmelisin. Aklımı kaybediyorum, bundan eminim. Hiçbir şeyi hatırlayamıyorum; bir sene önce olanları, hatta dün olanları. Deliriyor olmalıyım!"

"Hımm..." diye düşünür deli doktoru. "Bu sorunu ilk ne zaman fark ettin?"

Adam şaşkın görünür. "Hangi sorunu?"

Benim durumum böyleydi! Bir cümleyi tamamlamak bile güçtü. Kendimi odama kapatmak zorunda kalıyordum. Konuşmamaya, hiçbir şey söylememeye dikkat ediyordum, çünkü bir şey söylemek, deli olduğumu ilan etmek olurdu. Bu bir sene sürdü. Yerde uzanır, tavana bakar, birden yüze, sonra yüzden bire sayardım. Sayma yeteneğine hâlâ sahip olmak bile en azından bir şeydi. Tekrar tekrar unuturdum. Yine odak kazanmam, bir perspektifimin olması bir senemi aldı.

Oldu. Bir mucizeydi. Ama güçtü. Beni destekleyecek kimse yoktu, nereye gittiğimi, ne olduğunu söyleyecek kimse yoktu. Aslında, herkes buna karşıydı; öğretmenlerim, arkadaşlarım, bana iyi dileklerde bulunanlar. Hepsi buna karşıydı. Ama hiçbir şey yapamıyorlardı, ancak kınayabiliyor, yalnızca ne yaptığımı sorabiliyorlardı.

Ben hiçbir şey yapmıyordum! Artık benim ötemdeydi; oluyordu. Bir şey yapmıştım; bilmeden kapıyı çalmıştım ve şimdi kapı açılmıştı. Yıllardır meditasyon yapıyordum, hiçbir şey yapmadan, sessizce oturuyordum ve yavaş yavaş olduğun o yere ulaşmaya başladım ve sen hiçbir şey yapmıyorsun; yalnızca oradasın, bir varlıksın, izleyicisin.

İzleyici bile değilsin, çünkü izlemiyorsun, yalnızca bir varlıksın. Sözcükler yeterli değil, çünkü hangi sözcük kullanılırsa kullanılsın, yapılıyormuş gibi görünüyor.

Hayır, ben yapmıyordum. Ben yalnızca uzanıyor, oturuyor, yürüyordum. Derinlerde ifa eden biri yoktu. Her hırsı kaybetmiştim; biri olma arzusu yoktu, ulaşma arzusu yoktu. Yalnızca kendi içime atılmıştım. Bu bir boşluktu ve boşluk insanı deli eder. Ama Tanrı'ya giden tek kapı boşluktur. Bu, ancak delirmeye hazır insanlar erişirler demektir, başka kimse değil.

BANA SORUYORSUN: AYDINLANDIĞIN ZAMAN NE oldu? Kahkaha attım, hakiki, gürültülü bir kahkaha, aydınlanmaya çalışmanın bütün saçmalığını görmüştüm. Bütün bunlar aptalcaydı, çünkü biz aydınlanmış doğarız ve zaten var olan bir şey için uğraşmak en saçma şeydir. Zaten sende varsa, onu elde edemezsin; yalnızca sahip olmadığın, benliğinin esas parçası olmayan şeyleri elde edebilirsin. Ama aydınlanma senin doğanın kendisidir.

Ben pek çok yaşam boyunca bunun için çabalamıştım. Çok, pek çok yaşam boyunca tek hedef olmuştu. Ve ona erişmek için olası her şeyi yapmıştım, ama hep başarısız olmuştum. Öyle olmak zorundaydı, çünkü bu bir erişme olamaz. Bu senin doğandır, bu yüzden nasıl erişme olur? Bu bir hırs olamaz.

Zihin hırslıdır; para için, güç için, prestij için hırslanır. Ve sonra bir gün, bunca dışadönük eylemden bıktığı zaman, aydınlanma, özgürleşme, nirvana, Tanrı hırsına kapılır. Ama aynı hırs geri dönmüştür; yalnızca hedefi değişmiştir. İlk önce hedef dışarıdadır, şimdi hedef içeridedir. Ama tavrın, yaklaşımın değişmemiştir; aynı çukurda, aynı tekdüzelikte, aynı kişisindir.

"Aydınlandığım gün" yalnızca başarılacak hiçbir şey olmadığını, gidilecek hiçbir yer olmadığını, yapılacak hiçbir şey olmadığını fark ettiğim gün anlamına gelir. Biz zaten ilahiyiz, biz zaten mükemmeliz, olduğumuz gibi. Hiçbir gelişmeye ihtiyaç yoktur, hem de hiç. Tanrı asla kimseyi kusurlu yapmaz. Kusurlu birine rastlasan bile, kusurluluğunun kusursuz olduğunu göreceksin. Tanrı asla kusurlu bir şey yaratmaz.

Bokuju isminde bir Zen ustası duydum, bu gerçeği, her şeyin mükemmel olduğunu müritlerine anlatıyormuş. Bir adam ayağa kalkmış -çok yaşlı ve kambur bir adammış- ve şöyle demiş, "Ya ben? Ben bir kamburum. Bana ne diyorsun?" Bokuju şöyle demiş, "Hayatım boyunca böyle mükemmel bir kambur görmedim."

"Aydınlanmaya ulaştığım gün" dediğim zaman yanlış dil kullanıyorum, çünkü başka dil yok, çünkü dilimizi biz yarattık. Başarı, ulaşma, hedef, gelişme, ilerleme, evrim gibi sözcüklerden oluşuyor. Dillerimiz aydınlanmış insanlar tarafından yaratılmadı ve aslında onlar isteseler de dil yaratamazlar, çünkü aydınlanma sessizlik içinde olur. O sessizliği nasıl sözcüklere dökersin? Ve ne yaparsan yap, sözcükler o sessizliğin bir kısmını yok eder.

Lao Tzu(3) şöyle der: Gerçek ileri sürüldüğü anda yanlış olur. Gerçeği aktarmanın yolu yoktur. Ama dil kullanılmalıdır; başka yol yoktur. Bu yüzden her zaman dili, deneyim için yeterli olamayacağı koşulu ile kullanırız. Dolayısıyla şöyle diyorum, "Aydınlanmaya ulaştığım gün." Bu ne bir ulaşma, ne de bana ait.

O gün, onca aptallığım, ona ulaşmak için gösterdiğim aptalca çabalar yüzünden güldüm. O gün kendime güldüm ve o gün bütün insanlığa güldüm, çünkü herkes başarmaya çalışıyordu, herkes ulaşmaya çalışıyordu, herkes gelişmeye çalışıyordu.

Bana eksiksiz bir gevşeme durumunda oldu. Hep o durumda olur. Her şeyi denemiştim. Ve sonra, tüm çabaların boşunalığını görmüş, projeyi tamamen bırakmıştım. Onu unutmuştum. Yedi gün boyunca olabildiğince sıradan bir şekilde yaşamıştım.

Birlikte yaşadığım insanlar çok şaşırmıştı, çünkü ilk defa beni sıradan bir hayat yaşarken görmüşlerdi. Bunun dışında tüm yaşamım mükemmel bir disiplindi.

İki sene boyunca o aile ile yaşadım ve sabahın üçünde kalktığımı, sonra yedi, sekiz kilometrelik bir yürüyüşe ya da koşuya çıktığımı, sonra ırmakta yıkandığımı biliyorlardı. Her şey mutlak bir tekdüzelik içinde geçiyordu. Ateşim olsa, hastalansam bile bir fark olmuyordu: Aynı şekilde devam ediyordum.

Benim saatlerce meditasyon yaparak oturduğumu biliyorlardı. O güne kadar pek çok şey yememiştim. Çay, kahve içmezdim; ne yiyeceğim, ne yemeyeceğim konusunda katı bir disiplinim vardı. Yedi gün boyunca gevşeyince, her şeyi bırakıp, ilk gün dokuzda uyandığım, çay içtiğim zaman aile şaşırdı. "Ne oldu?" dediler. "Düştün mü?" Beni büyük bir yogi olarak görüyorlardı.

O günlerden bir resim hâlâ duruyor. Tek bir parça kumaşım vardı, o kadar. Gündüz bedenimi onunla örterdim, geceleyin battaniye gibi kullanırdım. Bambudan bir hasırın üzerinde uyurdum. Tek konforum buydu; o battaniye, o bambu hasır. Hiçbir şeyim yoktu, başka hiçbir malım yoktu. Dokuzda uyandığımda şaşırdılar. "Yolunda olmayan bir şey var. Çok mu hastasın, ciddi şekilde hasta mısın?" dediler.

Dedim ki, "Hayır, ciddi bir hastalığım yok. Yıllardır hastaydım; artık mükemmel bir sağlığım var. Artık yalnızca uyku beni terk ettiği zaman uyanacağım ve ancak uyku bana geldiğinde uyuyacağım. Artık saatin kölesi olmayacağım. Bedenim ne yemek isterse onu yiyeceğim, canım ne isterse onu içeceğim." Dedim ki, "Bu kadar yeter." Ve yedi günde tüm projeyi tamamen unuttum, onu bir daha hatırlamamak üzere unuttum.

Ve yedinci günde oldu, hiç yoktan oldu. Ve ben kahkaha atınca, bahçıvan kahkahayı duydu. Benim biraz deli olduğumu düşünegelmişti, ama beni o şekilde gülerken hiç görmemişti. Koşarak geldi. "Sorun ne?" dedi.

"Endişelenme." dedim. "Deliydim biliyorsun, şimdi zır deli oldum! Kendime gülüyorum. Sen alınma. Git uyu."

PEK ÇOK YAŞAM BOYUNCA ÇALIŞTIM -KENDİ ÜZERİMDE çalıştım, çabaladım, yapılabilecek her şeyi yaptım- ve hiçbir şey olmadı. Artık neden hiçbir şey olmadığını anlıyorum. Çabanın kendisi engeldi. Merdivenin kendisi önlüyordu, arama dürtüsünün kendisi maniydi. İnsan aramadan ulaşabileceğinden değil -arayış gereklidir- ama sonra arayıştan vazgeçilmesi gereken bir nokta gelir. Irmağı geçmek için tekne gereklidir, ama sonra bir an gelir, tekneden inmeli, onu tamamen unutmalı, arkada bırakmalısın. Çaba gereklidir, çaba olmadan hiçbir şey mümkün değildir. Ama yalnızca çabayla da hiçbir şey mümkün değildir. 21 Mart 1953'ten hemen önce, yedi gün önce, kendi üzerimde çalışmayı bıraktım. Bir an gelir, çabanın tüm boşunalığını görürsün. Elinden gelen her şeyi yapmışsındır ve hiçbir şey olmamıştır. Bir insanın elinden gelen her şeyi yapmışsındır. Başka ne yapabilirsin ki? Derin bir çaresizlik içinde tüm arayışı bırakırsın. Ve arayışın bırakıldığı gün, benim bir şey aramadığım gün, hiçbir şeyin olmasını beklemediğim gün, olmaya başladı. Yeni bir enerji yükseldi, hiç yoktan. Hiçbir kaynaktan gelmiyordu. Hiçbir yerden gelmiyordu ve her yerden geliyordu. Ağaçlarda, taşlarda, gökyüzünde, güneşte ve havadaydı; her yerdeydi. Hırsla arıyordum ve çok uzak olduğunu düşünüyordum. Oysa o kadar yakındaydı! Gözler uzaklara, ufka odaklanmıştı ve yakında olanı görme yeteneğini kaybetmişti.

Çabanın bittiği gün, ben de bittim; çünkü çaba olmadan var olamazsın, arzu olmadan var olamazsın, gayret olmadan var olamazsın. Ego olgusu, benlik olgusu bir şey değildir, bir süreçtir. Orada, içinde oturan bir madde değildir; her an onu yaratmalısın. Bisiklet sürmek gibidir: Pedal basarsan gider, pedal basmazsan durur. Momentum yüzünden biraz daha ilerleyebilir, ama pedal basmayı bıraktığın an bisiklet aslında durmaya başlar. Artık enerjisi yoktur, hiçbir yere gidecek gücü yoktur. Düşüp yıkılacaktır.

Ego vardır, çünkü biz arzuya pedal basmaya devam ederiz, çünkü bir şey elde etmek için gayret göstermeye devam ederiz, çünkü kendimizin ilerisine sıçrayıp dururuz. Ego olgusu budur işte; kendinin ilerisine sıçramak, geleceğe sıçramak, yarına sıçramak. Var olmayana sıçramak egoyu yaratır. Var olmayandan kaynaklandığı için bir serap gibidir. Yalnızca arzudan oluşur, başka bir şeyden değil. Yalnızca susuzluktan oluşur, başka bir şeyden değil.

Ego, 'şimdi'de değildir, gelecektedir. Eğer gelecekteysen, ego çok gerçek görünür. Şimdideysen, ego bir seraptır; yok olmaya başlar.

Ben aramayı bıraktığım gün... Aslında aramayı bıraktığımı söylemek doğru değil; arayışın durduğu gün demek daha iyi. Tekrarlayayım: Arayışın durduğu gün demek daha iyi. Çünkü onu ben durdurursam, o zaman "ben" yine oradayımdır. Şimdi durdurma benim çabam olur, şimdi durdurma benim arzum olur ve arzu göze çarpmayacak şekilde var olmaya devam eder.

Arzuyu durduramazsın, onu ancak anlayabilirsin. Anlayışın kendisinde onu durdurma vardır. Unutma, kimse arzulamayı durduramaz ve gerçeklik ancak arzu durduğunda olur.

İşte ikilem bu. Ne yapmalı? Arzu orada ve budalar arzunun durdurulması gerektiğini söyleyip duruyor ve bir sonraki nefeslerinde arzuyu durduramayacağını söylüyorlar. O zaman ne yapmalı? İnsanları ikileme sokuyorsun. Kesinlikle arzu içindesin. Durdurulması gerektiğini söylüyorsun, tamam. Ve sonra durdurulamayacağını söylüyorsun. O zaman ne yapmalı?

Arzu anlaşılmalıdır. Onu anlayabilirsin, onun boşunalığını görebilirsin. Doğrudan bir algılama gereklidir, acil kavrayış gereklidir.

Arzulamanın durduğu gün, kendimi çok ümitsiz, çok çaresiz hissettim. Umut yok, çünkü gelecek yok. Umut edecek hiçbir şey yok, çünkü tüm umutlar boşunadır, hiçbir yere gitmez. Döngüler çizersin. Önünde asılı durur, yeni seraplar yaratmaya, seni çağırmaya devam eder, "Hadi, hızlı koş, ulaşacaksın." Ama ne kadar hızlı koşarsan koş, asla ulaşamazsın. Dünyanın çevresinde gördüğün ufuk gibidir. Görünür, ama orada değildir. Ona doğru gidersen, senden kaçmaya devam eder. Ne kadar hızlı koşarsan, o kadar hızlı uzaklaşır. Ne kadar yavaşlarsan, o kadar yavaş uzaklaşır. Ama bir şey kesindir: Seninle ufuk arasındaki mesafe kesinlikle aynı kalır. Ufukla arandaki mesafeyi tek santim azaltamazsın.

Umudunla arandaki mesafeyi azaltabilirsin. Umut ufuktur. Ufka, umuda, tasarladığın arzuya köprü olmaya çalışırsın. Arzu bir köprüdür, hayali bir köprü, çünkü aslında ufuk yoktur. Bu yüzden ona bir köprü yapamazsın, yalnızca bir köprü hayal edebilirsin. Var olmayan ile birleşemezsin.

Arzunun durduğu gün, ona baktığım ve boşuna olduğunu fark ettiğim gün, çaresiz ve umutsuzdum. Ama işte o anda bir şey olmaya başladı. Pek çok yaşam boyunca uğruna çabaladığım ve olmayan şey olmaya başladı. Tek umut umutsuzluğunun içindedir, tek tatmin arzusuzluğunun içindedir ve muazzam çaresizliğinin içinde aniden tüm varoluş sana yardım etmeye başlar.

Varoluş beklemektedir. Kendi başına çalıştığını gördüğü zaman işe karışmaz. Bekler. Sonsuza dek bekleyebilir, çünkü varoluşun acelesi yoktur. O sonsuzluktur. Artık yalnız olmadığın an -bıraktığın, yok olduğun an- tüm varoluş sana akar, içine girer. Ve ilk defa bir şeyler olmaya başlar.

Yedi gün çok umutsuz, çaresiz bir durumda yaşadım, ama aynı zamanda bir şey yükseliyordu. "Umutsuz" dediğim zaman bu sözcükle senin kastettiğini kastetmiyorum. Yalnızca içimde umut olmadığını kastediyorum. Umut yoktu. Ümitsiz ve hüzünlü olduğumu söylemiyorum. Aslında mutluydum; çok durgun, sakin, aklı başında ve odaklanmıştım. Umutsuz, ama çok yeni bir anlamda. Umut yoktu, bu yüzden nasıl umutsuzluk olabilirdi? İkisi de yok olmuştu.

Umutsuzluk, mutlak ve eksiksizdi. Umut yok olmuştu ve yanında, sureti olan umutsuzluk da yok olmuştu. Bu, umut olmaması, tamamen yeni bir deneyimdi. Bu olumsuz bir durum değildi. Sözcükleri kullanmak zorundayım, ama bu olumsuz bir durum değildi. Kesinlikle olumluydu. Yalnızca yokluk değildi, bir varlık hissediliyordu. Bir şey içimde taşıyor, içimi kaplıyordu.

Ve çaresiz dediğim zaman sözcüğün sözlük anlamını kastetmiyorum. Yalnızca özgecil olduğumu söylüyorum. Çaresiz dediğim zaman bunu kastediyorum. Olmadığım gerçeğini fark etmiştim, bu yüzden kendime güvenemiyorum, bu yüzden kendi konumumu savunamıyorum. Altımda zemin yoktu, bir uçurumdaydım... Dipsiz bir uçurumda. Ama korku yoktu, çünkü korkacak bir şey yoktu. Korku yoktu, çünkü korkacak kimse yoktu.

O yedi gün muazzam bir dönüşüm oldu, eksiksiz bir dönüşüm. Ve son gün tamamen yeni bir enerjinin, yeni bir ışığın ve yeni bir sevincin varlığı öyle yoğunlaştı ki, neredeyse dayanılmazdı. Sanki patlıyordum, sanki mutlulukla deliriyordum. Batı'da genç nesil bunun için doğru ifadeyi bulmuş; mutluluktan sersemlemiştim, bulut olmuştum.

Bundan, olan bitenden anlam çıkarmak imkânsızdı. Bu saçma bir dünyaydı, anlamak güçtü, kategorilerle idare etmek güçtü, sözcükler, dil, açıklamalar kullanmak güçtü. Tüm yazmalar ölü görünüyordu ve bu deneyim için kullanılan tüm sözcükler solgun, kansız geliyordu. Bu çok canlıydı. Bir mutluluk dalgası gibiydi.

Tüm gün tuhaf, sersemleticiydi ve yıkıcı bir deneyimdi. Geçmiş bana hiç ait olmamış gibi, onu bir yerlerde okumuşum gibi yok oluyordu. Sanki onu hayal etmişim gibi, sanki işittiğim, bir başkasının hikâyesi gibi. Geçmişimden uzaklaşıyordum, tarihimden kopuyordum. Otobiyografimi kaybediyordum. Bir benliksizlik, Buda'nın anatta dediği şey oluyordum. Sınırlar yok oluyordu, ayrımlar yok oluyordu.

Zihin yok oluyordu; milyonlarca kilometre ötedeydi. Ona tutunmak güçtü, uzaklaşıyor, uzaklaşıyordu ve onu yakında tutmak için bir dürtü yoktu. Ona karşı kayıtsızdım. Sorun yoktu. Geçmiş ile sürekliliğin olması için dürtü yoktu. Akşam geldiğinde tahammül etmesi çok güçleşmişti, canımı yakıyordu, acı vericiydi. Bir kadının doğum sancıları çekmesi gibiydi. Çocuk doğacaktır ve kadın muazzam acılar çeker, doğum sancıları.

O günlerde geceleyin on iki, bir gibi yatardım, ama o gün uyanık kalmak imkânsızdı. Gözlerim kapanıyordu, onları açık tutmak güçtü. Bir şey yaklaşıyordu, bir şey olacaktı. Ne olduğunu bilmek güçtü -belki ölümüm olacaktı- ama korku yoktu. Buna hazırdım. O yedi gün o kadar güzel olmuştu ki, ölmeye hazırdım; başka hiçbir şeye gerek yoktu. O kadar muazzam bir mutlulukla geçmişlerdi ki, o kadar tatmin doluydum ki, eğer gelen ölümse, hoş gelmişti.

Ama bir şey olacaktı -ölüm gibi bir şey, şiddetli bir şey ya bir ölüm, ya yeni bir doğum olacak, bir çarmıha germe ya da bir diriliş olacak bir şey-, muazzam önemi olan bir şey köşeyi dönünce beni bekliyordu. Ve gözlerimi açık tutmak imkânsızdı, sarhoş olmuştum.

Sekiz civarında uyudum. Uyku gibi değildi. Artık uyku ve samadhi'nin benzer olduğunu söyleyen Patanjali'yi(4) anlayabiliyorum. Tek bir fark vardı, samadhi'de(5) tamamen uyanıksındır ve aynı zamanda uykudasındır, hem uykuda, hem uyanık. Tüm beden gevşemiştir, bedenin her hücresi tamamen gevşemiştir, hepsi gevşek bir halde işlev gösterir, ama içinde bir farkındalık ışığı yanar... berrak, dumansız. Tetikte, ama gevşek kalırsın, gevşek ama tamamen uyanık. Beden olası en derin uykudadır ve bilincin zirvesindedir. Bilinçliliğin zirvesi ile bedenin vadisi buluşur.

Uykuya daldım. Çok tuhaf bir uykuydu. Beden uyuyordu, ben uyanıktım. Çok tuhaftı, sanki iki yöne, iki boyuta ayrılmışım gibi; sanki kutuplaşma tamamen odaklanmış gibi, sanki aynı anda her iki kutupmuşum gibi... pozitif ve negatif buluşmuştu, uyku ve uyanıklık buluşmuştu, ölüm ve yaşam buluşmuştu. Yaratıcı ile yaratımın buluştuğu anın bu olduğunu söyleyebilirsin.

Tuhaftı. İlk seferinde seni köklerine dek sarsar, temellerini oynatır. O deneyimden sonra bir daha asla aynı olamazsın; yaşamına yeni bir vizyon, yeni bir nitelik getirir.

Yaklaşık on ikide gözlerim aniden açıldı. Onları ben açmamıştım. Uyku başka bir şeyle bozulmuştu. Odada, çevremde büyük bir varlık hissettim. Çok küçük bir odaydı. Çevremde kalp gibi atan bir yaşam, büyük bir titreşim hissettim. Neredeyse kasırga, bir ışık fırtınası, coşku, kendinden geçmişlik gibiydi. İçinde boğuluyordum.

O kadar muazzam bir şekilde gerçekti ki, başka her şey gerçekdışı oldu. Odanın duvarları gerçekdışı oldu, ev gerçekdışı oldu, kendi bedenim gerçekdışı oldu. Her şey gerçekdışıydı, çünkü artık ilk defa gerçeklik vardı.

İşte bu yüzden Buda ve Şankara dünyanın "maya", bir serap olduğunu, onu anlamamızın güç olduğunu söyler. Çünkü biz yalnızca bu dünyayı biliriz, karşılaştıracak bir şeyimiz yoktur. Bildiğimiz tek gerçeklik budur. Bu insanlar neden bahsediyor? Bu "maya" mı, yanılsama mı? Bu tek gerçekliktir. Gerçekten gerçek olanı tanımadığın sürece, sözleri anlaşılamaz. Sözcükler teorik kalır, hipotez gibi görünür. Belki bu adam bir felsefe ortaya atıyordur: "Dünya gerçekdışıdır."

Batı'da Berkeley dünya gerçekdışı dediği zaman, dostlarından biri olan, çok mantıklı bir adamla yürüyordu; dostu şüpheciydi. Yoldan bir taş aldı ve sertçe Berkeley'in başına vurdu. Berkeley çığlık attı, kan fışkırdı ve şüpheci şöyle dedi, "Şimdi, dünya gerçekdışı mı? Dünyanın gerçekdışı olduğunu söylüyorsun, öyle mi? O zaman neden çığlık attın? Bu taş gerçekdışı mı? O zaman neden çığlık attın? O zaman neden bacağını tutuyorsun, neden yüzünde o kadar çok acı ve ıstırap var? Bunların hepsi gerçekdışı."

Bu tür adamlar Buda'nın, "Dünya bir seraptır!" derken ne kastettiğini anlamazlar. O duvardan geçebileceğini söylemez. Taş yiyebileceğini ve taş yemekle ekmek yemen arasında bir fark olmayacağını söylemez.

O yalnızca bir gerçeklik olduğunu söyler: Onu bir kez tanıyınca, bu sözde gerçeklik solar, gerçekdışı olur. Gözünün önünde daha yüksek bir gerçeklik varken karşılaştırma olanağı doğar, aksi halde olmaz.

Rüyada, rüya gerçektir. Her gece rüya görürsün ve her sabah onun gerçek olmadığını söylersin, ve yine geceleyin rüya gördüğünde, rüya gerçek olur. Rüyada bunun bir rüya olduğunu hatırlamak çok güçtür, ama sabahleyin kolaydır. Ne olur? Aynı kişisindir. Rüyada yalnızca tek bir gerçeklik vardır. Nasıl karşılaştırabilirsin? Onun gerçekdışı olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Neyle karşılaştırabilirsin? Tek gerçeklik odur. Her şey, başka her şey kadar gerçekdışıdır, bu yüzden karşılaştırma olanağı yoktur. Sabahleyin gözlerini açtığında bir başka gerçeklik vardır. Artık rüyanın gerçekdışı olduğunu söyleyebilirsin. Bu gerçeklik ile karşılaştırıldığında, rüya gerçekdışı olur.

Bir uyanış vardır, o uyanışın gerçekliği ile karşılaştırıldığında, bu gerçekliğin tamamı gerçekdışı olur.

O gece ilk defa maya sözcüğünün anlamını kavradım. Sözcüğü daha önce bilmediğimden değil, sözcüğün anlamının farkında olmadığımdan değil. Senin farkında olman gibi, ben de anlamın farkındaydım, ama onu daha önce hiç anlamamıştım. Deneyim olmadan nasıl anlayabilirsin? O gece bir başka hakikat kapısını açtı, bir başka boyut ulaşılabilir oldu. Aniden oradaydı, diğer hakikat, ayrı gerçeklik; gerçekten hakiki olan ya da ona ne isim vermek istersen işte o. Tanrı deyin, gerçek deyin, dhamma(6) deyin, Tao deyin ya da ne derseniz deyin. O isimsizdir. Ama oradaydı, çok saydam, ama dokunulabilse çok katı. O odada beni neredeyse boğuyordu. Çok fazlaydı ve henüz onu soğurma yeteneğim yoktu.

İçimde odadan çıkmak, gökyüzünün altında bulunmak için derin bir dürtü yükseldi. Beni boğuyordu. Çok fazlaydı. Beni öldürecekti! Birkaç dakika daha kalsaydım beni boğacaktı, öyle geliyordu. Odadan fırladım ve sokağa çıktım. Yıldızlı gökyüzünün altında, ağaçların, toprağın yakınında olmak için büyük bir dürtü vardı... Doğanın yakınında olmak için. Ve dışarı çıkar çıkmaz boğulma duygusu kayboldu. Öyle büyük bir olgu için çok küçük bir yerdi. Gökyüzü bile o kadar büyük bir olgu için küçük bir yerdir. O gökyüzünden büyüktür. Gökyüzü bile onun için sınır değildir. Ama o zaman kendimi daha rahat hissettim.

En yakın bahçeye doğru yürüdüm. Tamamen yeni bir yürüyüştü, sanki yerçekimi kaybolmuştu. Yürüyordum ya da koşuyordum ya da uçuyordum; karar vermek güçtü. Yerçekimi yoktu, ağırlıksız hissediyordum. Sanki bir enerji beni götürüyormuş gibi. Başka bir enerjinin ellerindeydim.

İlk defa yalnız değildim, ilk defa artık bir birey değildim, ilk defa damla okyanusa düşmüştü. Artık tüm okyanus benimdi, ben okyanustum. Sınırlama yoktu. Her şeyi yapabilirmişim gibi muazzam bir güç yükseldi. Orada değildim, yalnızca güç oradaydı.

Her gün gittiğim bahçeye ulaştım. Bahçe kapalıydı, gece olduğu için kapanmıştı. Çok geçti, gecenin biri gibi. Bahçıvanlar derin uykudaydı. Bir hırsız gibi girmek zorundaydım, kapıya tırmanmak zorundaydım. Ama bir şey beni bahçeye çekiyordu. Kendime engel olamıyordum. Süzülüyordum.

Tekrar tekrar, "Irmakla süzül, ırmağı zorlama." dediğim zaman kastettiğim bu işte. Gevşemiştim, salıvermiştim. Orada değildim, orada o vardı -Tanrı diyelim ona-, Tanrı oradaydı. Ona o demek istiyorum, çünkü Tanrı çok insanca bir sözcük ve çok fazla kullanıldığından çok kirlendi, çok insan tarafından kirletildi. Hıristiyanlar, Hindular, Müslümanlar, rahipler, politikacılar... Hepsi sözcüğün güzelliğini yozlaştırdılar. Bu yüzden ona o diyeyim. Oradaydı ve ben sürükleniyordum... bir dalga tarafından sürükleniyordum.

Bahçeye girdiğim an her şey ışıldamaya başladı, her yerdeydi; takdis, kutsanmışlık. İlk defa ağaçları görebiliyordum, ağaçların yeşilliklerini, yaşamlarını, içlerinden akan özsuyunu. Tüm bahçe uyuyordu, ağaçlar uyuyordu. Ama tüm bahçenin canlı olduğunu görebiliyordum, küçük otlar bile çok güzeldi.

Çevreme baktım. Bir ağaç muazzam şekilde parıldıyordu maulshree ağacı. Beni cezp etti, beni kendine çekti. Onu ben seçmemiştim, Tanrı seçmişti. Ağaca gittim, ağacın altına oturdum. Ben orada otururken her şey yerleşmeye başladı. Tüm evren takdis oldu.

O durumda ne kadar oturduğumu söylemek güç. Eve döndüğümde sabahın dördüydü, bu yüzden saat zamanıyla üç saat orada kalmış olmalıyım, ama bir sonsuzluktu. Saat zamanı ile bir ilgisi yoktu. Zamansızdı.

O üç saat bir sonsuzluk, sonsuz bir sonsuzluk oldu. Zaman yoktu, zamanın geçişi yoktu; bu bakire gerçeklikti; yozlaşmamış, dokunulamaz, ölçülemez.

Ve o gün daha sonra da devam eden bir şey oldu. Bir süreklilik olarak değil, ama yine de bir alt akıntı olarak devam etti. Bir kalıcılık olarak değil, her an tekrar tekrar olmakta. Her an bir mucize olmakta.

Ve o geceden bu yana bir daha asla bedende olmadım. Onun çevresinde süzülüyorum. Muazzam bir güce sahip oldum ve aynı anda çok kırılgan oldum. Çok güçlü oldum, ama o güç Muhammet Ali'nin gücü değil. O güç bir kayanın gücü değil; o güç bir gülün gücü, güçlülüğü içinde onca kırılgan, onca hassas ve narin.

Kaya hep orada olacak, çiçek her an gidebilir. Ama yine de çiçek kayadan daha güçlü, çünkü daha canlı. Ya da sabah güneşi altında parlayan, bir otun üzerindeki çiy damlasının gücü; onca güzel, onca değerli, ama her an kayıp gidebilir. Zarafeti içinde karşılaştırılamaz, ama küçük bir esinti gelebilir ve çiy damlası kayıp, sonsuza dek kaybolabilir.

Budalar bu dünyadan olmayan bir güce sahiptir. Onların gücü tamamen sevgidendir... bir gül ya da çiy damlası gibi. Onların gücü çok kırılgandır, incinebilirdir. Onların gücü yaşamın gücüdür, ölümün değil. Onların gücü öldüren değildir- onların gücü yaratandır. Onların gücü şiddetten, saldırganlıktan değildir; onların gücü merhamettendir.

Ama ben bir daha hiç bedende olmadım, bedenin çevresinde süzülüyorum. Ve işte bu yüzden bunun muazzam bir mucize olageldiğini söylüyorum. Her an hâlâ burada olmama şaşıyorum, olmamam gerekirdi. Her an gitmiş olmalıydım, ama hâlâ buradayım. Her sabah gözlerimi açıyorum ve "Demek hâlâ buradayım." diyorum. Çünkü neredeyse imkânsız geliyor. Mucize süregeliyor.

Geçen gün biri bir soru sordu. "Osho, saç yağlarının ve şampuanların kokusuna karşı o kadar kırılgan, o kadar narin, o kadar duyarlı oldun ki, biz tamamen kelleşene kalana kadar seni göremeyeceğiz." Bu arada, kel olmakta kötü bir yan yok, kel güzeldir! Siyah nasıl güzelse, kel de öyle güzeldir. Ama bu doğrudur ve bu konuda dikkatli olman gerekir.

Ben kırılgan, narin ve duyarlıyım. Bu benim gücümdür. Bir çiçeğe taş atarsan taşa hiçbir şey olmaz, ama çiçek yok olur. Ama yine de taşın çiçekten daha güçlü olduğunu söyleyemezsin. Çiçek yok olur, çünkü çiçek canlıdır. Taşa hiçbir şey olmaz, çünkü o ölüdür. Çiçek yok olur, çünkü çiçeğin yok etme gücü yoktur. Çiçek yalnızca yok olur ve taşın karşısında esner. Taşın yok etme gücü vardır, çünkü taş ölüdür.

Unutma, o günden bu yana hiç gerçekten bedende olmadım; beni bedene yalnızca narin bir iplik bağlıyor. Ve ben bir şekilde bütünün beni burada tutması karşısında devamlı şaşırıyorum, çünkü artık kendi gücümle burada değilim, artık kendi isteğimle burada değilim. Beni burada tutan, bu kıyıda biraz daha oyalanmama izin veren bütünün iradesi olmalı. Belki bütün benim aracılığımla seninle bir şey paylaşmak istiyordur.

O günden bu yana dünya gerçekdışı. Bir başka dünya ortaya çıktı. Dünya gerçekdışı dediğimde bu ağaçların gerçekdışı olduğunu kastetmiyorum. Bu ağaçlar kesinlikle gerçek, ama senin bu ağaçları görme tarzın gerçekdışı. Bu ağaçlar kendi içlerinde gerçekdışı değil -onlar Tanrı'da varlar, mutlak gerçeklikte varlar- ama senin onları görme tarzınla, hiç görmüyorsun. Bir başka şey, bir serap görüyorsun.

Çevrende kendi rüyanı yaratıyorsun ve uyanmadığın sürece rüyada yaşamaya devam edeceksin. Dünya gerçekdışı, çünkü senin bildiğin dünya bir rüyalar dünyası. Rüyalar bittiği zaman orada olan dünyayla karşılaşırsın, o zaman gerçek dünya görünür.

İki şey yok, Tanrı ve dünya yok. Gözlerin, berrak bakışların varsa, rüyaların tozu yoksa, uykunun sersemliği yoksa, Tanrı dünyadır. Berrak bakışların, açıklık, kuvvetli sezgiler varsa, yalnızca Tanrı var.

O zaman bir yerlerde Tanrı yeşil bir ağaç, bir başka yerde Tanrı parlayan bir yıldız, bir başka yerde Tanrı bir guguk kuşu, bir başka yerde Tanrı bir çiçek, bir başka yerde bir çocuk, bir başka yerde bir ırmak... Yalnızca Tanrı var. Görmeye başladığın an, yalnızca Tanrı var.

Ama şu anda ne görürsen gör, gerçek değil, yalnızca yansıtılan bir yalan. Serabın anlamı budur. Ve bir kez görürsen -bir an için bile olsa, görebilirsen, kendine görme izni verirsen- her yerde engin bir takdis bulacaksın, her yerde, bulutlarda, güneşte, toprakta.

Bu çok güzel bir dünya. Ama senin dünyandan bahsetmiyorum, benim dünyamdan bahsediyorum. Senin dünyan çok çirkin, senin dünyan bir benlik tarafından yaratılmış bir dünya, senin dünyan yansıtılmış bir dünya. Sen gerçek dünyayı bir perde olarak kullanıyorsun ve kendi fikirlerini üzerine yansıtıyorsun.

Dünya gerçektir dediğim zaman, dünya muazzam bir güzelliğe sahiptir dediğim zaman, dünya sonsuzluk ile ışıldar, dünya ışık ve sevinçtir, bir kutlamadır dediğim zaman, kendi dünyamı kastediyorum. Rüyalarını bir kenara koyarsan senin dünyanı.

O gece boşaldım ve doldum. Yok oldum ve varoluş oldum O gece öldüm ve yeniden doğdum. Ama tekrar doğanın ölenle ilgisi yoktur, bu süreksiz bir şeydir. Yüzeyde sürekli görünür, ama süreksizdir. Ölen tamamen öldü; ondan geriye hiçbir şey kalmadı.

Pek çok başka ölüm tanıdım, ama bununla karşılaştırıldığında onlar hiçbir şeydi, onlar kısmi ölümdü.

Bazen beden ölüyordu, bazen zihnin bir kısmı ölüyordu, bazen egonun bir kısmı ölüyordu, ama kişi söz konusu olduğunda, o kalıyordu. Defalarca yenilendi, defalarca süslendi, orada burada biraz değişti, ama kaldı, süreklilik kaldı.

O gece ölüm eksiksizdi. Aynı anda ölümle ve Tanrı ile randevuydu.

AYDINLANMA ÇOK KİŞİSEL BİR SÜREÇTİR. KİŞİSELLİĞİ yüzünden pek çok sorun yaratmıştır. Başta, insanın geçmesi gereken sabit aşamalar yoktur. Her insan değişik aşamalardan geçer, çünkü her insan pek çok yaşamda farklı türden koşullamalar edinir.

Bu yüzden bu bir aydınlanma sorunu değildir, koşullanma sorunudur. Yolunu bu şekillendirir. Ve herkesin farklı koşulları vardır, bu yüzden iki insanın yolları aynı olamaz. İşte bu yüzden sürekli tekrarlıyorum: Bir otoyol yok, yalnızca patikalar var ve onlar da hazır bulunmazlar. Onları orada hazır bulmazsın, üstlerinde yürümen gerekir. Onları yürürken yaparsın. Senin yürüyüşün yapar onları.

Aydınlanma yolunun gökyüzünde uçan kuş gibi olduğu söylenir: Arkasında ayak izi bırakmaz; kimse bir kuşun ayak izlerini takip edemez. Her kuş kendi ayak izlerini yaratır, ama kuş uçmaya devam ederken onlar da hemen yok olur. Durum buna benzer, işte bu yüzden bir önder ya da takipçi olasılığı yoktur. İşte bu yüzden İsa, Musa, Muhammet, Krişna gibi insanlar -"Bana inanın ve beni takip edin." diyenler- aydınlanma hakkında hiçbir şey bilmiyor diyorum.

Biliyor olsalardı, bu ifade imkânsız olurdu. Aydınlanan herkes bilir ki arkasında hiç ayak izi bırakmamıştır; insanlara, "Gelin, beni takip edin." demek saçmadır.

Yani bana olanlar, başka herkesin yaşaması gereken şeyler değildir. İnsanın normal kalması, sonra aniden aydınlanması mümkündür.

Aynı odada elli insan olsa ve hepimiz uykuya dalsak, herkes kendi rüyasını görür. Ortak bir rüya olamaz, bu imkânsızdır. Ortak bir rüya yaratmanın yolu yoktur. Senin rüyan senin, benim rüyam benim olur ve farklı yerlerde, farklı rüyalarda oluruz. Ve uyandığımız zaman, ben rüyamın belli bir aşamasında, sen kendi rüyanın belli bir aşamasında uyanırsın. Nasıl aynı olabilirler ki?

Aydınlanma uyanmaktan başka bir şey değildir. Aydınlanmış insan için, yaşamlarımızın tümü yalnızca rüyadır. İyi rüyalar olabilir, kötü rüyalar olabilir, kâbuslar olabilir, çok iyi, güzel rüyalar olabilir, ama yine de hepsi rüyadır.

Her an uyanabilirsin. Bu potansiyelin her zaman vardır. Bazen uyanmak için çaba gösterirsin ve bunun güç olduğunu görürsün. Bağırmak istediğin, ama bağıramadığın rüyalar görmüş olabilirsin. Uyanmak ve yataktan çıkmak istersin, ama yapamazsın, sanki bedenin felç olmuş gibidir.

Sabahleyin uyanırsın ve hepsine gülüp geçersin, ama o anda, olmaktayken, bu gülecek bir şey değildir. Gerçekten ciddidir. Tüm bedenin neredeyse ölmüştür, ellerini oynatamazsın, konuşamazsın, gözlerini açamazsın. İşinin bittiğini bilirsin! Ama sabahleyin ona dikkat etmezsin; ne olduğunu düşünmezsin bile. Bunun bir rüya olduğunu bilmek onu anlamsız kılar. Uyanıksındır. Rüyalarının iyi ya da kötü olması fark etmez.

Aydınlanma da aynıdır. Kullanılan tüm yöntemler bir şekilde yalnızca rüyanın kesildiği bir durum yaratır, bağlılık bireyden bireye değişir. Uykunun ne kadar derin olduğu bireyden bireye değişir. Ama tüm yöntemler uyanman için seni sarsar. Hangi noktada uyanacağın hiç fark etmez.

Yani benim "çöküntüm ve aşkınlığım" herkes için aynı olmayacaktır. Bana bu şekilde oldu. O şekilde olmasının sebepleri vardı. Kendim üzerinde yalnız, dostlarım olmadan, yoldaşlarım olmadan, komünüm olmadan çalışıyordum. Yalnız çalışmak insana sorunlar getirir, çünkü ancak ruhun karanlık geceleri denilebilecek anlar vardır. O kadar karanlık, o kadar tehlikelidirler ki, sanki yaşamındaki son nefese gelmişsin gibi görünür, bu ölümdür, başka bir şey değil. O deneyim sinir çöküntüsüdür.

Seni destekleyecek, cesaretlendirecek kimse yokken ölümle yüzleşmek... Endişelenecek bir şey yok diyecek, bu da geçer diyecek kimse olmadan. Ya da, "Bu yalnızca bir kâbus, sabah yakın. Gece ne kadar karanlık olursa, gündoğumu o kadar yakındır. Endişelenme." diyecek, güvenebileceğin, sana güvenecek kimse olmadan. Sinir çöküntüsünün sebebi buydu. Ama zararlı değildi. O an zararlı görünüyordu, ama kısa süre sonra karanlık gece gitti ve gündoğumu geldi, çöküntü aşma oldu.

Her bireye farklı şekilde olacaktır bu. Ve aynısı aydınlanma sonrası için de geçerlidir: Aydınlanmanın ifadesi farklı olacaktır. Bu da büyük bir güçlük yaratmıştır.

İlki büyük güçlük yaratmıştır. Örneğin, bir din yaratacak olsam, içinde şu temel şey olurdu: Aydınlanacak insan ilk önce sinir çöküntüsü yaşamalı, ancak o zaman aşabilir. Tüm dinler böyle yaratılır: Kendi deneyimlerini tüm insanlığa dayatan, her bireyin benzersizliğini hesaba katmayan bireyler tarafından. Ve aydınlanmadan sonra, aynı sorun hâlâ oradadır. Mahavira(7) çıplak durdu; bu yüzden yirmi beş yüzyıl boyunca Mahavira'nın, onu takip etmede nihai aşamaya ulaşan takipçileri çıplak durdu. Çıplaklık kesinlikle gerekli oldu. Jainalar Buda'yı aydınlanmış saymaz, çünkü o çıplak değildir! Kişisel bir olgu artık evrensel bir kriter olur. Bu da sahtedir.

Mahavira'nın başına gelen kişisel çiçeklenmeydi. Gerçekten de var olan en güzel erkeklerden biriydi ve giysi kullansa yazık olurdu. Bedeni görülmeye değerdi.

Bir kralın oğluydu ve babası Hint güreşi ile çok ilgileniyordu ve Mahavira'yı Hint güreşi için hazırladı. Onun tüm ülkenin şampiyonu olmasını istiyordu. Olabilirdi de, bedeni çelik gibiydi. Öyle yetiştirilmişti ki, günün yirmi dört saati tek bir temaya adanmıştı, tüm ülkenin şampiyonu olacağına. Doğal olarak, bedeni hazırdı. Orantılıydı, her santimetresine bakılıyordu. Ona büyük güreşçiler eğitim veriyor, insanlar masaj yapıyor, uzmanlar ona şifalı bitkiler ve ilaçlar veriyordu. Her açıdan hazırlanıyordu.

Ve sonra dünyadan vazgeçti. Güreşçi olmak yerine, meditasyon yapan biri oldu. Ve aydınlandığı zaman giysilerini bıraktı. Bedenini örtmek için tek bir kumaşı vardı ve aydınlanmasından sonra, tepeden aşağı inerken, bir dilenci ondan bir şey istedi, çünkü hava soğuktu ve onun hiçbir şeyi yoktu. Ve Mahavira kendine baktı: Tek bir şalı vardı, bu yüzden şalı ikiye yırttı ve yarısını dilenciye verdi. Yarısını kendine sakladı. Kalan parça, bedenini kaplamak için yeterli değildi ve tepeden vadiye inerken bir gül çalısı o şal parçasını dikenleri ile yakaladı. Mahavira arkasına baktı ve güldü. Dedi ki, "Bu çok fazla! Bu parçayı da sen alabilirsin. Zaten bir faydası yok. Boşuna o dilenciden esirgedim, çünkü yarısı ile ne yapacak? Beni örtmeye yetmiyorsa onu örtmeye de yetmeyecektir. Alabilirsin. Belki o dilenci bu taraftan geçer ve bu yarıyı da alır. İşte böyle çıplak kaldı.

Ama o sıcak yörede, Hindistan'ın en sıcak bölgesi olan Bihar'da sabah güneşinin, serin havanın tadını çıkarıyordu. Ve öyle hafif hissediyordu ki, şöyle düşündü, "Ne gereği var ki?" Ve hiç kimseden hiçbir şey istemedi. Herkesin istediği her şeyi verdi, ama kimseden bir şey istemedi. Çıplak kaldı. Ama bu her aydınlanan insanın geçmesi gereken bir aşama değildir. Buda hiç çıplak olmadı, Lau Tzu hiç çıplak olmadı, Kabir(8) hiç çıplak olmadı.

Bu yüzden bu, dinler için çok önemli bir sorun olagelmiştir. Başka aydınlanmış insanları küçük sebeplerden kabul edemezler, çünkü onların fikrine uymaz. Belirli bir görüşe uymak zorundadırlar ve o görüş kendi kurucularından alınmıştır. Ve ona kimse uyamaz, bu yüzden herkes aydınlanmamış görülerek küçümsenir.

Aydınlanma çok bireysel bir şarkıdır. Daima bilinmez, daima yeni, daima benzersiz. Asla tekrarlanmaz. Bu yüzden asla iki aydınlanmış insanı birbiri ile kıyaslama; aksi halde ya birine, ya ötekine, ya da ikisine birden haksızlık edersin. Ve hiçbir sabit fikrin olmasın. Yalnızca çok akışkan nitelikler hatırlanmalıdır. Akışkan nitelikler, diyorum, çok belirli şartlar değil.

Örneğin, her aydınlanmış insan derin bir sessizlik yaşar. Neredeyse dokunulabilir bir sessizlik. Onun huzurunda, alıcı, yeni düşüncelere açık insanlar sessizleşir. Aydınlanmış insanın muazzam bir tatmin hissi olacaktır, ne olursa olsun tatmininde bir fark olmaz.

Hiç sorusu kalmayacaktır, tüm sorular çözülecektir. Tüm yanıtları bildiğinden değil, tüm sorular çözülmüştür. Ve o mutlak sessizlik, zihinsizlik durumunda, her soruya muazzam bir derinlikle yanıt verebilir. Hazırlık yapmasına ihtiyaç yoktur. Ne söyleyeceğini kendisi de bilmez, o anda gelir; bazen kendisi bile şaşırır. Ama bu, yanıtlar içinde, hazır demek değildir. Hiç yanıtı yoktur. Hiç sorusu yoktur. Yalnızca açıklık vardır, herhangi bir soruya odaklanabilen bir ışık ve sorunun bütün saklı anlamları, tüm yanıtlanma olasılıkları aniden berrak olur.

Bu yüzden bazen bir şey sorduğunu ve aydınlanmış adamın başka bir yanıt verdiğini görebilirsin. Bu olur, çünkü sen kendi sorunun saklı anlamlarının farkında değilsindir. O yalnızca senin sözlerini yanıtlamaz. Seni yanıtlar. O soruyu üreten zihni yanıtlar. Çok kez soru ve yanıt uyumsuz görünebilir, ama kesinlikle buluşurlar. Yalnızca sorunun derinliklerine bakman gerekir, o zaman kesinlikle o soru olduğunu görürsün. Çok kez sorunu ancak yanıtlandığı zaman anladığını fark edersin, çünkü o boyutun farkında değilsindir, o sözcüklerin geldiği kendi zihninin, kendi bilinçsizliğinin farkında değilsindir.

Ama aydınlanmış adamın yanıtları, yazmaları, tırnak işaretleri yoktur. Yalnızca ulaşılabilir durumdadır; tıpkı bir ayna gibi karşılık verir, yoğunluk ve bütünlük ile karşılık verir.

Bu yüzden bunlar akışkan niteliklerdir, koşullar değil. Küçük şeylere bakma; ne yediğine, ne giydiğine, nerede yaşadığına; bunların konu ile ilgisi yoktur. Yalnızca sevgisine, merhametine, güvenine dikkat et. Güveninden faydalansan bile, bu onun güvenini değiştirmez. Merhametini kötüye kullansan bile, sevgisine ihanet etsen bile, bu hiçbir fark yaratmaz. Sorunun budur. Onun güveni, merhameti, sevgisi aynı kalır.

Yaşamdaki tek çabası insanları nasıl uyanık kılacağı olacaktır. Ne yaparsa yapsın, her eylemin arkasındaki tek amaç budur: Nasıl giderek, daha fazla insanı uyanık kılacağı, çünkü uyanış aracılığı ile yaşamın nihai mutluluğunu bulmuştur.


--------------------------------------------------------------------------------

(1) sutra: Sanskritçe manzum inceleme. Bu incelemede ibadet, ahlak, felsefe ve gündelik hayatla ilgili kurallar kısa ve özlü deyişler halinde sunulmuştur. Cayna'cılarda ve Buda'cılarda vaaz, dogmatik açıklama. (Ed.n.)

(2) gopi: "Çoban kızı" anlamına gelen Sanskritçe bir kelime. Mistik anlamda gopi, Tanrı Krişna'ya tapınan ve Tanrı'yla birleşen ruhtu. Gopi'lerin resimleri özellikle Racpulana, Benjal vb. resim okulları tarafından işlenmiştir. (Ed.n.)

(3) Lao Tzu: (İ. Ö. VI. yy.) Çinli düşünür. Çin inançlarına göre barbarları dine çağırmak için Hindistan'a gitmiş, Budacılık gerçekte onun öğretisiymiş. (Ed.n.)

(4) Patanjali: Hintli bilge. 'Yoga' felsefe okulunun kurucusu. Bu okul, ruhun dünya zevklerinden el etek çekme ve düşünme yoluyla Isvara denen yüce Tanrı ile birleşeceğini ve böylece kurtularak ruh göçünden sıyrılacağını ileri sürer. Patanjali'ye atfedilen sutra'lar İ. S. IV. yy.'da yazılmıştır. (Ed.n.)

(5) samadhi: Tanrı'yla birleşme durumu... Sanskritçe bileşim demektir. İlkin Budacılıkta kullanılan bu terim, daha sonra Yogacılığa maledilmiştir. İslam tasavvufundaki fena fillah (Tanrı'da yokolma) aşamasına uygun düşer. Yogacılıkta bu, bir yaşamı durdurma aşamasıdır ve bütün yöntemin varmak istediği amaçtır. (Ed.n)

(6) dhamma: Başka bir deyişle 'dharma' Doğruluk Tanrısı'dır. Sanskritçe'nin, varlık anlamlarını dile getiren bu önemli terimi Hint mitolojisinin temel yapıtı olan Mahabharata'da doğruluk-tanrı olarak görünür (Ed.n.)

(7) Mahavira: Dinsel anlamda büyük kişi... Jainizmin kurucusu, din adamı Vardhamana, Tanrı Rama vb. bu adla anılır. (Ed.n.)

(8) Kabir: Çok eski Anadolu Tanrısı... Daha doğrusu Tanrıları... Olympos Tanrıları'ndan önce Yunanlılar tarafından tapılan bu Arkaik Tanrılar'ın yurdu Frigya'dır.Yunanlılar onlara Kabeiroi adını verirler. Daha detaylı bilgi bkz. Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Tanrıları. (Ed. n.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder