YOLDA

Beni bir hayal et, yıllarca Hindistan'da gezinirken ve karşılığında bana taşlar, ayakkabılar ve bıçaklar fırlatılırken. Hindistan demiryollarını, bekleme odalarını bilmezsin; Hintliler'in nasıl yaşadığını bilmezsin. Hijyenik değildir, çirkindir, ama onlar buna alışıktır. O yıllarda İsa'nın haçta çektiği kadar acı çektim, belki daha fazlasını çektim. Haçta olmak yalnızca birkaç saat gerektirir. Suikaste kurban gitmek daha kısa. Ama Hindistan'da gezgin bir usta olmak şaka değildir.

DÜNYANIN DURUMU HIZLI BİR ŞEKİLDE DEĞİŞMİŞTİR. Tıpkı üç yüz yıl önce olduğu gibi, dünya çok büyüktür. Gautama Buda bile tüm insanlara yaklaşmak isteseydi bile, bu mümkün olmazdı; iletişim yolları yoktu. İnsanlar birbirinden uzak pek çok dünyada yaşıyordu. Bunda bir basitlik vardır.

Bir Yahudi olarak, İsa diğer Yahudilerle yüzleşmek zorunda kaldı, dünya ile değil. Eşeğine binip dünyayı dolaşması mümkün olmazdı. Küçük Yahuda krallığını dolaşmayı becerse bile, yeterli olmazdı. İnsanların eğitimi kısıtlı idi. Birbirlerinin varlığının bile farkında değildiler.

Gautama Buda, Çin'de Lao Tzu, Atina'da Sokrates; hepsi çağdaştı, ama birbirlerinden haberleri yoktu.

İletişimdeki ve ulaşımdaki bilimsel devrimden önce, kendi kendilerine yeterli pek çok dünya vardı. Diğerlerini hiç düşünmezlerdi, başkaları olduğunu bilmiyorlardı bile. İnsanlar birbirlerini tanıdıkça dünya küçüldü. Artık bir Buda, İsa, Musa ya da Konfüçyus başarılı olamaz. Hepsinin yerel zihinleri, çok yerel tavırları vardır.

Dünya artık yerel olamayacağın kadar küçük olduğu için talihliyiz. Kendine rağmen yerel olamazsın; evrensel olmalısın. Konfüçyus'u, Krişna'yı, Sokrates'i, Bertrand Russell'ı düşünmen gerekir. Dünyayı tek bir birim olarak düşünmediğin sürece, farklı dâhilerin katkılarını düşünmediğin sürece çağdaş insanla konuşmayı başaramazsın. Mesafe çok büyük olur; yirmi beş yüzyıl, yirmi yüzyıl... Aşmak neredeyse imkânsız olur.

Aşmanın tek yolu, bilen insanın kendi bilişinde durmaması, yalnızca kendi bildiği şeyleri ifade etmekle yetinmemesidir. Tüm dilleri bilmek için muazzam çaba harcaması gereklidir.

İş engindir, ama insan dehasının farklı boyutlardan keşfi heyecan vericidir. Eğer içinde anlayış ışığı varsa, güçlük çekmeden bir sentez yaratabilirsin. Ve sentez yalnızca dini gizemcilerden oluşmayacaktır, bu yalnızca bir kısmı olacaktır. Sentez tüm sanatçıları ve görüşlerini içerecektir; tüm müzisyenler, tüm şairler, tüm dansçılar ve onların görüşleri. Yaşama katkısı olan, insanlığı daha zengin kılan tüm yaratıcı insanlar hesaba katılmalıdır. Kimse sanatçıları, onların katkılarının da dini olduğunu düşünmemiştir.

Ve en önemlisi bilimsel büyümedir. Bir sentez vizyona yürekle ve dindarlıkla bilimsel büyümeyi getirmek geçmişte mümkün değildi. Başta, bilim yoktu. Bilim bin bir şeyi değiştirmiştir. Yaşam bir daha asla aynı olamaz.

Benim vizyonum bir üçgendir; bilim, din, sanat. Ve onlar o kadar farklı boyutlardır ki farklı dilleri konuşurlar, birbirleriyle çelişirler; hepsinin içinde eriyebileceği ve bir olacağı derin bir görüşün yoksa yüzeyde anlaşamazlar.

Benim çabam neredeyse imkânsız olanı yapmaktır.

Üniversitede öğrenci olduğum günlerde profesörlerim ne yapacaklarını bilemezlerdi. Ben felsefe öğrencisiydim ve bilim derslerine giriyordum; fizik, kimya ve biyoloji. O profesörler kendilerini çok tuhaf hissediyorlardı: "Sen üniversiteye felsefe okumak için girdin. Neden zamanını kimyayla harcıyorsun?"

Diyordum ki, "Benim kimyayla hiç ilgim yok; ben yalnızca kimyanın ne yaptığı, fiziğin ne yaptığı konusunda açık bir fikir edinmek istiyorum. Detaylara girmek istemiyorum, yalnızca özündeki katkıyı istiyorum."

Nadiren kendi derslerime girerdim, çoğunlukla kütüphanede olurdum. Profesörlerim devamlı şöyle diyordu, "Bütün gün kütüphanede ne yapıyorsun? Çünkü kütüphaneci kütüphaneye ilk giren olduğundan ve günün sonunda zorla çıkarılabildiğinden şikâyet edip duruyor. Bütün gün oradasın ve yalnızca felsefe bölümünde değil, kütüphanenin seninle hiç ilgisi olmayan bölümlerinde dolaşıp duruyorsun."

Onlara şöyle diyordum, "Size açıklamam güç, ama gelecekteki çabam; içinde biraz gerçeklik taşıyan her şeyi sentezleyip bir bütün yapmak olacak. Her şeyi içeren, tartışmalara ve çelişkilere dayalı olmayan, insan bilgisine, insan bilgeliğine yapılan tüm katkıların özüne dair derin bir görüşe dayanan bir yaşam tarzı yaratmak."

Delireceğimi düşünüyorlardı, seçtiğim iş herkesi deliliğe götürebilirdi, o kadar engindi. Ama benim için deliliğin mümkün olmadığının, zihni çok geride bıraktığımın farkında değillerdi; ben yalnızca bir izleyiciydim.

Ve zihin öylesine narin ve karmaşık bir bilgisayardır. İnsan büyük bilgisayarlar yapmıştır, ama henüz hiçbiri insan zihni ile karşılaştırılamaz. Tek bir insan zihni dünyanın bütün kütüphanelerini içerme kapasitesine sahiptir. Ve tek bir kütüphane -British Museum Kütüphanesi- öyle çok kitaba sahiptir ki, onları bir duvar boyunca, teker teker dizersen üç kez dünyayı dolaşır. Ve bu tek büyük kütüphanedir. Moskova'nın da benzer bir kütüphanesi vardır, hatta belki daha büyüktür. Harvard'ın da benzer bir kütüphanesi vardır. Ama tek bir insan zihni bu kitaplarda yazılan her şeyi içerme, ezberleme kapasitesine sahiptir. Tek bir beyinde milyonlarca hücre vardır ve her hücre milyonlarca bilgi parçası içerme kapasitesine sahiptir. İnsan zaten zihninin dışında durmuyorsa, kesinlikle delirir. Meditasyon durumuna ulaşmadıysan, delilik kesindir. Haksız değillerdi, ama benim meditasyon yönündeki çabamı fark edemiyorlardı.

Bu yüzden dünyanın her yerinden gelen tuhaf kitaplar, tuhaf yazmalar okuyordum, ama ben yalnızca bir izleyiciydim, çünkü beni ilgilendirdiği kadarıyla eve gelmiştim. Onca okumadan öğrenecek bir şeyim yoktu; o okumalar çok farklı bir amaç içindi ve amaç mesajımı evrensel kılmak, onu yerel sınırlamalardan kurtarmaktı. Ve bu konuda tamamen başarılı olduğum için mutluyum.

İnsanlar beni sevdiği için bana "ustaların ustası" dediler. Bunu yapmalarının sebebi sevgiydi. Beni ilgilendirdiği kadarıyla, ben yalnızca kendimi bağımsız kılacak, her tür koşullamaya direnecek, hiçbir dine bağlı olmayacak, hiçbir siyasi partiye bağlı olmayacak, hiçbir ulusa, ırka ait olmayacak kadar inatçı, sıradan bir insan olarak görüyorum. Ve bu bana öylesine çok bütünlük, bireysellik, hakikilik ve tatmin olmuşluğun muazzam mutluluğunu verdi.

Ama zaman gerekliydi. Benden sonra, usta olmak isteyen herhangi biri benim yaşadığım her şeyi yaşaması gerektiğini bilecek; aksi halde ona usta denemez. Yalnızca yerel kalacak; bir Hindu öğretmen, bir Hıristiyan misyoner, bir Müslüman imam, ama insanoğulları için bir usta değil. Benden sonra usta olmak gerçekten güç olacak!

UYANMIŞ ADAM İNSANLIĞI ÖYLESİNE DERİNLİĞİNE anlar; kendini anlayarak tüm insanların içinde bulunduğu sefil durumu anlamıştır. İnsanlar için üzülür; merhametlidir. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez, çünkü baştan gücenmez. İkinci olarak, senin için üzülür; sana karşı düşmanlık hissetmez.

Bir kez Baroda'da oldu. Büyük bir kalabalığa konuşuyordum. Ön sırada oturan biri söylediklerimden o kadar rahatsız oldu ki kontrolünü kaybetti; sağduyusunu kaybetti. Ayakkabılarından birini bana fırlattı. O anda öğrenciyken voleybol oynadığımı hatırladım ve ayakkabısını havada yakaladım, diğerini istedim. Adam ne yapacağını şaşırdı! Dedim ki, "Diğerini de at. Tek bir ayakkabı ile ne yapacağım? Bana bir şey sunmak istiyorsan..." Adam bekledi. Dedim ki, "Neden bekliyorsun? Diğerini de at, çünkü bu şekilde ne ben, ne sen ayakkabıyı kullanabileceksin. Ve onu sana iade etmeyeceğim, çünkü kötülüğe kötülükle karşılık verilmemeli! Bu yüzden lütfen diğer tekini de ver."

Adam şok geçirdi, çünkü inanamıyordu. İlk önce, yaptığı şeye inanamıyordu, çünkü çok iyi bir adam, bir âlim, ünlü bir Sanskrit âlimi, bir uzmandı. Bu şekilde davranması beklenmezdi, ama olmuştu işte. İnsanlar çok bilinçsizdir. Onun bilmeden beklediği şeyi yapsaydım her şey yolunda olacaktı. Ama diğer ayakkabıyı istemiştim ve bu onu çok şaşırtmıştı. Sersemlemişti. Yanında oturan birine, "Diğer ayakkabısını çıkar, iki ayakkabıyı da almadan onu bırakmayacağım. Aslında ayakkabı satın almayı düşünüyordum, ama bu adam çok cömert görünüyor!" Ve ayakkabı gerçekten yeniydi.

Adam geceleyin geldi, ayaklarıma kapandı ve af diledi. Dedim ki, "Unut gitsin, sorun yok... Kızmadım, bu yüzden neden seni affedeyim? Affetmek için insanın kızması gerekir Ben kızmadım, sahneden zevk aldım. Aslında, o kadar güzel bir şeydi ki, uyuyakalan bir sürü insan aniden uyandı! Yolda gelirken bunun güzel bir fikir olduğunu, ayakkabı fırlatmaları ve uyuyanları uyandırmaları için kalabalığın içine birkaç kişi yerleştirmem gerektiğini düşünüyordum. En azından birkaç dakika tetikte oldular, çünkü bir şey oluyordu! Sana minnettarım."

Yıllarca bana yazmaya devam etti, "Lütfen beni affet! Beni affetmezsen yazmaya devam edeceğim." Ama ona şöyle dedim, "İlk önce kızmam gerekir. Affetmek kızdığımı kabul etmem anlamına gelir. Seni nasıl affedebilirim? Sen beni affet, çünkü sana kızamadım ve seni affedemiyorum. Sen beni affet!" Beni affedip affetmediğini bilmiyorum, ama beni unuttu. Artık yazmıyor.

DİN SÖZCÜĞÜ İLE HİÇBİR ŞEKİLDE İLİŞKİLENDİRİLMEK istemem. Tüm din tarihi kısaca kokuşmuş. Çirkin ve insanın nasıl düştüğünü, insanlık dışılığını ve kötü olan her şeyi gösteriyor. Ve bu yalnızca tek bir din hakkında değil, aynı hikâye dünyanın tüm dinleri tarafından tekrarlanıyor: Tanrı adına istismar eden insanlar. Hâlâ din sözcüğü ile ilişkilendirilmek konusunda kendimi huzursuz hissediyorum. Ama birkaç sorun var: İnsan bazen yaşamda nefret ettiği şeyleri seçmeli.

Gençliğimde üniversitede ateist, dinsiz, tüm ahlaki sistemlere karşı olarak bilinirdim. Duruşum buydu, duruşum hâlâ budur. Tek santim bile değişmedim; konumum hâlâ aynı. Ama ateist, dinsiz, ahlaksız olarak tanınmak sorun oldu. İnsanlarla ilişki kurmak güçtü, insanlarla herhangi bir türden ilişki kurmak neredeyse imkânsızdı. Ben insanlarla iletişim kurarken o sözcükler -ateist, dinsiz, ahlaksız- aşılmaz duvarlar gibi işlev gösterdi. Öyle kalabilirdim -benim için sorun yoktu- ama deneyimimi yaymanın, paylaşmanın imkânsız olduğunu gördüm.

İnsanlar benim ateist, dinsiz, ahlaksız olduğumu duyar duymaz tamamen kapanıyorlardı. Tanrı'ya inanmamam, cennet ve cehenneme inanmamam onların benden uzaklaşması için yeterliydi. Çok eğitimli insanlar bile -çünkü ben üniversitede profesördüm ve yüzlerce profesör, araştırma görevlisi, zeki, eğitimli insanlarla çevriliydim- benden kaçındılar, çünkü inandıkları şeyi savunmaya cesaretleri yoktu; kendileri için savları yoktu.

Ve ben devamlı sokak köşelerinde, üniversitede, tava satıcısının dükkânında tartışıp duruyordum. Birilerini yakalayabildiğim her yerde. Dine saldırır, insanları bütün bu saçmalıklardan temizlemeye çalışırdım. Ama nihai sonuç benim bir adaya dönüşmem oldu; kimse benimle konuşmak bile istemiyordu, çünkü bana merhaba demek bile tehlikeliydi: Nereye gideceğini bilemiyorlardı. Sonunda stratejimi değiştirmek zorunda kaldım.

Tuhaf bir şekilde, gerçeği arayan insanların dinlerle ilgilendiğini fark ettim. Dinsiz olduğumu düşündükleri için onlarla iletişim kuramıyordum ve bunlar gerçekten de öğrenmekle ilgilenecek insanlardı. Bunlar benimle birlikte bilinmeyen mekânlara yolculuk etmek isteyecek insanlardı. Ama çoktan bir dine, bir mezhebe, bir felsefeye bulaşmışlardı; benim dinsiz, ateist olduğumu düşünmeleri engel olmuştu. Ve benim bu insanları aramam gerekliydi.

Dinlerle ilgilenmeyen, ama hiç arayıcı olmayan insanlar vardı. Onlar yaşamın önemsiz şeyleri ile ilgileniyordu: Daha fazla para kazanmak, büyük bir önder, bir politikacı, bir başbakan, bir cumhurbaşkanı olmak. Onların ilgi alanları çok dünyevi idi. Bana faydaları yoktu, onlara sunacağım şeye ilgileri yoktu. Bir ülkenin başbakanı olmak isteyen adam gerçeği bulmakla ilgilenmez. Ona gerçek ve başbakanlık sunulsa, başbakanlığı seçer. Gerçek hakkında şunu söyler, "Acelesi yok. Bunu yapabiliriz -tüm sonsuzluk var önümüzde-ama başbakanlık fırsatı bir daha gelebilir de, gelmeyebilir de. Nadiren gelir ve yalnız nadir insanlara, o da kırk yılda bir gelir. Gerçek herkesin doğasıdır, bu yüzden onu herhangi bir gün bulabilirim. İlk önce bu ana ait olan, geçici olanı yapalım. Bu güzel rüya bir daha gerçekleşmeyebilir. Gerçeklik hiçbir yere gitmiyor, ama bu rüya geçip gidiyor."

İlgileri rüyaya, hayale yönelikti. Onlar benim insanlarım değildi ve onlarla iletişim kurmak da imkânsızdı, çünkü ilgi alanlarımız kesinlikle zıttı. Çok uğraştım, ama bu insanlar dinle, gerçekle, önemli olan hiçbir şeyle ilgilenmediler.

İlgilenen insanlar Hıristiyanlar, Hindular, Müslümanlar, Jainalar, Budistler'di. Bir ideolojiyi, bir dini takip etmeye hazırdılar. O zaman dindar olma oyununu oynamak zorunda kalacağımı anladım; başka yolu yoktu. Ancak o zaman gerçekten arayıcı olan insanları bulabilirdim.

Din sözcüğünden nefret ediyorum, hep ettim, ama din hakkında konuşmam gerekiyordu. Ama din örtüsü altında bahsettiğim şeyler, insanların dinden anladığı şeylerle aynı değildi. Bu basit bir stratejiydi. Onların sözcüklerini kullanıyordum -Tanrı, din, özgürleşme, mokşa(1)- ve bu sözcüklere kendi anlamlarımı veriyordum. Bu şekilde insanlar bulmaya başladım ve insanlar bana gelmeye başladı.

İnsanların gözündeki imajımı değiştirmek birkaç yılımı aldı. Ama insanlar yalnızca sözcükleri dinlerler, onları anlamazlar. İnsanlar yalnızca sen ne söylüyorsan onu anlarlar, söylenmeden aktarılanı anlamazlar. Bu yüzden onların silahlarını onlara karşı kullandım! Dini kitaplar üzerine yorumlar yaptım, onlara tamamen bana ait anlamlar verdim.

Aynı şeyi yorum yapmadan da söyleyebilirdim, çok daha kolay olurdu, çünkü o zaman onlarla doğrudan konuşuyor olurdum. Krişna'yı, Mahavira'yı, İsa'yı içine çekip onlara asla söylemedikleri şeyi söyletmeye gerek yoktu. Ama insanların aptallığı öyle boyutlardadır ki, daha önce aynı şeyleri söylemiştim ve onlar işitmeye bile hazır değildiler... Artık çevremde binlerce kişi toplanıyordu, çünkü Krişna'dan bahsediyordum.

Şimdi, benim Krişna'yla ne işim var? O benim için ne yaptı? Benim İsa ile ne ilişkim var? Hayattayken onunla karşılaşsaydım ona şöyle derdim, "Sen bir fanatiksin ve aklın başında değil. Seni çarmıha germek isteyen insanların tamamen haksız olduğunu söyleyemem, çünkü seninle başa çıkmalarının başka yolu yok."

Bu yüzden tek yol buydu. İsa hakkında konuşmaya başladığımda Hıristiyan kolejleri, Hıristiyan teoloji enstitüleri beni davet etmeye başladı. Ve ben gerçekten de içten içe kıkırdıyordum, çünkü bu aptallar bunu İsa'nın söylediğini sanıyordu. Evet, İsa'nın sözlerini kullanıyordum -insanın sözcük oyununu birazcık anlaması yeterlidir, o zaman istediğin sözcüğü istediğin anlama getirebilirsin- ve İsa'nın gerçek mesajının bu olduğunu sanıyorlardı... "Bizim Hıristiyan misyonerlerimiz ve rahiplerimiz İsa için sizin yaptığınız kadar çok şey yapmadı."

Ve ben sessiz kalmak zorunda kalıyordum, İsa ile bir ilgim olmadığını ve benim söylediğim şeyleri İsa'nın anlamayı bile başaramayacağını biliyordum. İsa adına söylediklerimi daha önce de söylemiştim, ama hiçbir Hıristiyan toplumu, hiçbir Hıristiyan koleji, hiçbir Hıristiyan teoloji enstitüsü beni davet etmemişti. Ne daveti? İçeri girmeye kalksam kapıyı kapatırlardı. Durum şuydu: Kendi şehrimdeki merkezi tapınağa girmem yasaklanmıştı ve içeri sokulmamam için polisten destek almışlardı. Böylece ne zaman içeride konuşan bir Hindu rahibi olsa, benim içeri girmemi engellemek için dışarıda bir polis bekliyor olurdu.

"Ama o adamı dinlemek istiyorum." derdim.

Polis memuru şöyle derdi, "Biliyoruz ve içeri girdiğin zaman herkesin seni dinlediğini herkes biliyor. Ve buraya başka birini değil, seni engellemek için çağrıldık. Gelmeyi bırakırsan biz de bu kadar zahmet harcamayız, çünkü her gün boş yere iki, üç saat burada dikiliyoruz. Söylev devam ederken sırf senin için, bir kişi için burada duruyor olacağız."

Ama şimdi aynı tapınak beni davet etmeye başlamıştı. Polis yine oradaydı, aşırı kalabalığı önlemek için! Bir kez, hâlâ orada olan memur bana şöyle dedi, "Sen dikkate değer birisin! Seni dışarıda tutmak için burada dikiliyorduk, ama şimdi aşırı kalabalık tehlikeli olacağı için burada duruyoruz. Tapınak eski."

Tapınağın balkonları vardı ve en az beş bin kişi içeride oturabiliyordu. Ama orada ben konuşurken yaklaşık on beş bin kişi gelirdi. Bu yüzden insanlar, normalde hiç kullanılmayan balkonlara çıkardı. Bir gün kalabalık o kadar fazlaydı ki, balkonlar yıkılabilirdi. Balkonlarda çok insan vardı ve çok eski bir tapınaktı. Sonra doğal olarak ertesi gün, belli sayıda insanın içeri girmesine izin verecek şekilde düzenleme yaptılar.

Bu sorun yarattı. O memur şöyle dedi, "İşte yeni bir sorun! Sen iki saat orada konuşuyorsun, ama insanlar geç gelirlerse içeri giremeyecekleri için iki saat erken gelmeye başladılar." Bana dedi ki, "Sen dikkate değer birisin! Senin Tanrı'ya karşı olduğunu sanıyordum."

Kulağına şöyle dedim, "Hâlâ öyleyim. Kimseye söyleme, çünkü kimse inanmaz. Ve ben hep Tanrı'ya karşı kalacağım. Dünyadan ayrılmadan önce her şeyi açıklayacağım. Ama sen söylememelisin, çünkü kimse sana inanmaz ve ben sana herhangi bir şey söylediğimi inkâr ederim."

Ama benim kendi yöntemlerimi bulmam gerekiyordu. Tanrı'dan bahseder, sonra tanrısallığın daha iyi bir sözcük olduğunu söylerdim. Tanrı'dan kurtulmanın yolu buydu. Ama Tanrı'dan bahsettiğim için ilgili insanlar -dindar papazlık kurumunun istismar ettiği hakikat arayıcıları- bana ilgi duymaya başladılar. Tüm dinlerin içinden kaymak tabakasını buldum.

Başka yolu yoktu, çünkü onların sürülerine giremezdim ve onlar da bana gelemezdi. Birkaç sözcük onları engellemeye yeterdi. Ve onları suçlayamazdım, kendimi suçlardım. Onlara yaklaşmanın bir yolunu bulmalıydım. Ve o yolu buldum; çok basitti. Basitçe şöyle düşündüm, "Onların sözcüklerini, onların dillerini, onların yazmalarını kullan. Ve bir başkasının tabancasını kullanıyorsan, bu içine kendi kurşunlarını koyamayacağın anlamına gelmez. Bırak tabanca başkasının olsun, kurşunlar benim! Çünkü gerçek iş kurşunlar aracılığı ile olacak, tabanca aracılığı ile değil. O zaman ne zararı var?"

Ve kolaydı, çok kolay, çünkü Hindu sözcüklerini kullanıyor, aynı oyunu oynuyordum; Müslüman sözcüklerini kullanıyor, aynı oyunu oynuyordum; Hıristiyan sözcüklerini kullanıyor, aynı oyunu oynuyordum.

Yalnızca bu insanlar bana gelmiyordu; Jaina keşişleri, rahibeleri, Hindu keşişleri, Hıristiyan misyonerler, rahipler; her tür insan bana gelmeye başladı. Ve inanmayacaksın... Benim güldüğümü hiç görmedin, çünkü içten içe o kadar güldüm ki, gerek kalmadı. Sana fıkralar anlattım, ama ben gülmedim, çünkü ben hayatım boyunca bir fıkrayı oynadım! Daha komik ne olabilir ki? Ve tüm o rahipleri ve büyük âlimleri kolayca kandırmayı başardım. Bana gelip sorular sormaya başladılar. Yalnızca başlangıçta onların sözcüklerini kullanmak için tetikte olmalıydım ve satır aralarına, sözcük aralarına benim ilgi duyduğum asıl malzemeyi koyuyordum.

Bu sanatı balıkçılardan öğrendim.

Irmak kıyısında saatlerce otururdum, çünkü köyümdeki en güzel yer orasıydı. Sabah çok güzeldi, akşam çok güzeldi; ve yazın sıcağında bile gür ağaçların ırmağa doğru uzandığı noktalar olurdu. Irmağın içinde, suda oturabilirdin ve o kadar serin olurdu ki, yaz olduğunu unuturdun.

Ben sabah güneşine bakarak otururken balıkçılar geldi. Her balıkçı yemini attı. Balıklara lezzetli gelen küçük böcekleri parça parça yaparlar ve oltaya takarlar. Balıklar gelip böceği yakalar ve böcekle birlikte zokayı da yutarlar; zoka balığı yakalar. Balık böcek için gelir, ama böceği yutar yutmaz zokaya yakalanır ve hemen sudan çekilir.

Balıkçıya bakarak düşündüm, "İnsanlarımı yakalamanın bir yolunu bulmalıyım. Şu anda değişik taraflardalar, benimkinde kimse yok." Yalnızdım: Kimsenin benimle ilişkilenmeye, hatta benimle yürümeye cesareti yoktu, çünkü başkaları o insanın da gittiğini, kaybolduğunu düşünüyordu.

Yemi buldum: Sözcükleri kullan. Başlangıçta, insanlar gerçekten şok geçirdiler. Beni yıllardır tanıyanlar, hep Tanrı'ya karşı olduğumu bilenler gerçekten şaşırdılar, kafaları tamamen karıştı. Ve bu tekrar tekrar oldu.

Bir seferinde Jabalpur'da bir Müslüman enstitüsünde konuşuyordum. Eski Müslüman öğretmenlerimden biri bu enstitünün müdürü olmuştu ve bu konuşmacının öğrenci iken tanıdığı kişi olduğunu bilmiyordu. Birisi ona Sufiler hakkında konuşan biri olduğunu, bunun inanılmaz olduğunu söylemişti: "Sufileri hiç o şekilde düşünmemiştik, bu adam gelirse enstitümüz şereflenir."

Bir Müslüman gelip İncil hakkında konuşursa, Hıristiyan çok memnun olur, egosu muazzam güçlenir. Ya da bir Müslüman, bir Hindu, bir Budist İsa üzerine konuşur, onu ve sözlerini överse... Özellikle Hindular ile Müslümanların devamlı birbirlerini öldürdüğü Hindistan'da, Müslüman olmayan biri Sufilik üzerine konuşabilir... Eski öğretmenim çok mutlu oldu ve beni konuşma yapmam için davet etti. Bu davetleri istiyordum, çünkü insanlarımı bulmak istiyordum ve onlar değişik yerlerde saklanıyordu.

Öğretmenim beni gördü ve şöyle dedi: "Mucizeleri yalnızca işitmiştim, ama bu bir mucize! Sen Sufilik, İslam, İslam'ın temel felsefesi üzerine mi konuşacaksın?"

Dedim ki, "Sana yalan söylemeyeceğim, sen benim eski öğretmenimsin. Yalnızca kendi felsefem üzerine konuşacağım. Evet, arada bir insanlara İslam sözcüğünü fırlatmayı öğrendim. Bu kadarı yeterli olur."

Dedi ki, "Aman Allahım! Ama artık çıkış yolu yok. İnsanlar oditoryumda bekliyor. Ve sen aynı hilekâr kişisin, değişmemişsin. Şaka falan mı yapıyorsun? Çünkü Sufilik üzerine otorite olan güvenilir öğretmenlerimizden biri seni övdü. Onun övgüsü yüzünden seni davet ettim."

Dedim ki, "Doğru konuşmuş ve söylediklerimi sen de öveceksin. Ama sakın unutma, yalnızca söylemek istediğim şeyleri söyleyeceğim. Bu çok basit bir şey: Eğer bir Budist beni çağırırsa, yalnızca birkaç sözcüğü değiştiririm. Ve Sufilik ile başlayarak Zen hakkında konuşurum, Sufiler hakkında değil. Aynı şeyi söylerim; bu yalnızca orası burası biraz değişmiş Sufilik. Ve tetikte olmalıyım, kim hakkında konuştuğumu unutmamalıyım, o kadar."

Ve konuştum. Elbette o mutsuzluk içinde orada oturuyordu, ama beni dinledikten sonra çok sevindi. Gelip bana sarıldı ve "Şaka yapmış olmalısın." dedi.

Dedim ki, "Ben hep şaka yapıyorum, ciddiye alma."

"Sen bir Sufi'sin gerçekten." dedi.

"İnsanlar böyle söylüyor!" dedim.

Amritsar'da, Sihlerin Altın Tapınağı'nda konuşuyordum. Her yerde, ülkenin her yerinde insanlar bana binlerce kez, "Neden sakal uzatıyorsun?" diye sormuştu. Soruya alışmıştım ve farklı insanlara farklı şekilde yanıt vermekten zevk alıyordum. Ama Altın Tapınak'ta, Nanak ve mesajı hakkında konuşurken çok yaşlı bir sardar geldi, ayaklarıma dokundu ve sordu, "Sardarji, neden saçını kestin?" Bu yeni bir soruydu ve ilk defa soruluyordu. Dedi ki, "Sakal tamam, ama neden saçını kestin? Hem de bu kadar dindar bir adamsın."

Sih olmak için yalnızca beş şeye ihtiyaç vardır. Çok basit şeyler, hepsini başarabilirsin, herkes başarabilir. Bunlara "beş k" denir, çünkü her sözcük k harfi ile başlar. Keş saç anlamına gelir, katar bıçaktır; kaççha iç giyim demektir. Bunu henüz anlamayı başaramadım. Yanıtlayamayacağım tek soru budur. Hangi felsefe öğretilmektedir? Tuhaf, ama bir sebep olmalıdır. Sih rahiplere ve yüksek rahiplerine sordum, "Her şey tamam -saçını uzat, bir kılıç ya da hançer taşı- ama bu kaççha? Kaççha'nın nasıl bir teolojik, teozofik, felsefi anlamı var?"

Dediler ki, "Kimse bunu sormadı; biz yalnızca bu beş k'yı takip ederiz."

Bu yaşlı sardar benim de sardar olduğumu düşünmüştü, çünkü sardar olmayan hiç kimse Altın Tapınak'ta konuşmamıştı. Benzeri görülmemişti. Kesinlikle benim, böylesine dindar bir adamın neden saçını kestiğine şaşırmıştı. Ve o zamanlar yalnızca otuz yaşındaydım.

Bu yüzden ona şöyle dedim, "Bir sebebi var. Henüz mükemmel bir sardar gibi hissetmiyorum kendimi ve olmadığım bir şey olduğumu iddia etmek istemiyorum. Bu yüzden yalnızca dört şeyi yaptım, ama saçımı kestim. Mükemmel bir sardar olduğum zaman saçlarımı uzatacağım."

Dedi ki, "Bu doğru. Bir adamın bunu düşünebilmesi, mükemmel bir sardarmış gibi yapmamasının muazzam önemi var. Sen bizden daha iyi bir sardar'sın! Biz beş şeye bağlı kaldığımız için mükemmel olduğumuzu düşünüyoruz."

O insanların arasında insanlarımı buldum. Zor olmadı, çok kolay oldu. Onların dilini konuşuyor, onların dini deyişlerini kullanıyor, yazmalarından alıntı yapıyor, kendi mesajımı veriyordum. Zeki insanlar hemen anladı ve çevremde toplanmaya başladı.

Hindistan'ın her yerinde kendi insanlarımdan gruplar oluşturmaya başladım. Artık Sihizm, Hinduizm, Jainizm üzerine konuşmama gerek kalmamıştı; buna ihtiyaç kalmamıştı, ama on yıl boyunca hep onlardan bahsetmiştim. Yavaş yavaş, kendi halkıma sahip olduğumda, diğerleri hakkında konuşmayı bıraktım. Yolculuk etmeyi de bıraktım, çünkü gerek yoktu. Artık kendi halkım vardı: Bana gelmek isterlerse gelebilirlerdi.

Bu yüzden bu kesin bir gereklilikti; insanlarımın zokaya gelmesi için başka yol yoktu. Herkes zaten bölünmüştür, bu açık bir dünya değildir: Biri Hıristiyan'dır, biri Hindu'dur, biri Müslüman'dır. "Hiç kimse" olmayan birini bulmak çok güçtür. Kendi halkımı bu sürülerin arasında bulmalıydım, ama sürülerine girmek için dillerini konuşmam gerekiyordu. Yavaş yavaş onların dilini bıraktım. Bununla doğru orantılı olarak, mesajım açıklaştıkça, onların dili yavaş yavaş geriledi.

O günlerde din adına, Tanrı adına konuşmam gerekiyordu. Bu zorunluydu, alternatif yoktu. Denemediğimden değil, denedim, ama insanların kapılarını kapattığını keşfettim.

Babam bile şaşırmıştı, herkesten fazla, çünkü beni çocukluğumdan beri tanıyordu, benim dine, rahiplere karşı olduğumu biliyordu. Konferanslarda dinden bahsetmeye başladığım zaman bana sordu, "Neler oluyor? Değiştin mi?"

"Hiç değişmedim." dedim. "Yalnızca stratejimi değiştirdim; aksi halde Dünya Hindu Konferansı'nda konuşmak güç olurdu. Bir ateistin sahnelerine çıkmasına izin vermezler; ahlakçı olmayan birine, tanrısız bir insana izin vermezler. Ama beni davet ettiler ve din adına dine karşı her şeyi söyledim."

Hindu dininin başı olan Şankaraçarya konferansa başkanlık ediyordu. Nepal kralı -Nepal dünyadaki tek Hindu krallığıdır- konferansın açılışını yaptı. Şankaraçarya büyük güçlük içindeydi, çünkü benim söylediklerim tüm konferansı sabote ediyordu, ama onu sunma tarzım insanları etkiliyordu. O kadar kızdı ki ayağa kalktı ve mikrofonu almaya çalıştı bu yaşlı adam. O mikrofonu almaya çalışırken dedim ki, "Bir dakika daha, sonra bitireceğim." Bu yüzden bir dakika için durdu ve bir dakikada başardım!

İnsanlara sordum -en az yüz bin insan vardı- onlara sordum, 'Ne istiyorsunuz? O başkan, isterse beni durdurur ve kesinlikle dururum. Ama siz buraya dinlemek için gelmiş insanlarsınız. Beni dinlemek istiyorsanız elinizi kaldırın, daha açık ifade etmek için iki elinizi kaldırın."

İki yüz bin el kalktı... Yaşlı adama baktım ve dedim ki, "Şimdi sen otur. Artık başkan değilsin: İki yüz bin el seni tamamen saf dışı bıraktı. Kimi temsil ediyorsun? Sen başkandın, bu insanlar seni başkan yapmıştı ve bu insanlar seni saf dışı bıraktı. Artık istediğim kadar konuşabilirim."

Aksi halde imkânsız olurdu. Ve o toplantıdan yüzlerce insan buldum; Bihar pek çok sannyasin'inimin kaynağı oldu.

Aynı şekilde ülkede dolaşıyor, dini konferanslara katılıyor, insanları yakalıyordum. Ve bir kez o şehirde kendi grubumu kurduktan sonra, konferanslar ile hiç ilgilenmemeye başladım; artık benim grubum kendi konferanslarını, kendi toplantılarını düzenliyordu. Ama bu zaman aldı.

BİR KEZ BİR KONFERANSTA BİR JAİNA KEŞİŞİ OLAN Chandan Muni ile konuşuyordum. Jainalar arasında büyük saygı görürdü. İlk önce o konuştu ve benlik, benliğin fark edilmesi, benliğin verdiği mutluluktan bahsetti. Yanında oturmuş, adamı izliyordum. Tüm sözleri boştu; deneyiminden kaynaklanan destek yoktu. Gözlerinde görebiliyordum, derinlik yoktu.

Ben ondan sonra konuştum ve söylediğim ilk şey şu oldu, "Chandan Muni ne demişse, yalnızca yazmaların papağan gibi tekrarlanması idi. İyi iş yaptı. İyi bir hafızası var, ama hiç deneyimi yok."

Büyük sorun çıktı, çünkü bu Jainalar'ın konferansı idi. Birkaç kişi ayağa kalkıp gidecek oldu. "Bekleyin!" dedim. "Beni en az beş dakika dinlemelisiniz, sonra gidebilirsiniz. Sizin için yeniyim; beni tanımıyorsunuz. Arkada ne tür bir adam bıraktığınızı öğrenmeniz için en az beş dakika, sonra özgürsünüz; herkes gidebilir."

Tek bir kişi çıkmadı. Neredeyse iki saat konuştum. O kadar uzun konuşmam planlanmamıştı, yalnızca on dakika konuşmam istenmişti. Ama insanların dinlediğini, kimsenin çıkmadığını gören başkan korktu. Chandan Muni bile dikkatle, tetikte dinliyordu. Başkan sözümü kesmeye korkuyordu, çünkü benim durdurulamayacak bir adam olduğumu biliyordu. Ve ben durmayacaktım, o başkanı indirecektim. O anladı, bu yüzden sessizce oturdu.

Ama beni iki saat dinledikten sonra Chandan Muni o akşam bir mesaj yolladı ve şöyle dedi, "Seninle yalnız görüşmek istiyorum. Kaldığın yere gelemem, çünkü bir Jaina keşişi Jaina tapınağı dışında bir yere gidemez. Bu yüzden lütfen beni affet ve buraya gel."

"Sorun yok. Gelirim." dedim.

Oraya gittim ve en az iki yüz kişi toplanmıştı. Ama o mutlak yalnızlık istiyordu, bu yüzden beni içeri aldı, odanın kapılarını kapattı, benimle birlikte yere oturdu ve dedi ki, "Haklıydın. Herkesin önünde söylemeye cesaretim yok, ama sana haklı olduğunu söylemek istedim. Benlik konusunda hiç deneyimim yok, benliğin farkına varılması konusunda hiç deneyimim yok. Böyle bir şeyin var olup olmadığını bilmiyorum. Sen papağan gibi yazmaları tekrarlayan biri olduğum konusunda kesinlikle haklıydın."

"Ama bana yardım et. Tutsak kaldım, hiçbir yere gidemiyorum. Ben bir cemaatin başıyım; diğerlerinin önünde soru bile soramam. Benim çoktan kendimi tanıdığımı düşünüyorlar, bu yüzden neden soru sorayım? Yanıtı kendim bilmeliyim." Ve gözlerinde yaşlar vardı.

Dedim ki, "Sana yardım etmek için elimden geleni yapacağım, çünkü çok dini önder gördüm, ama bu kadar içten bir yüreği olanı görmedim. Ve bu tutsaklığın içinde çok uzun kalamayacağını çok iyi biliyorum. Tehlikeli bir adamla karşılaştın ve beni kendin davet ettin!"

Ve iki senede oldu. Benimle iletişim içindeydi -mektuplar, meditasyon öğrenme, meditasyon yapma- ve iki sene sonra Jaina cemaatinden ayrıldı. Büyük saygı görüyordu ve Jaina cemaati zengindir... ve o ayrıldı.

Benimle görüşmeye geldi. İnanamadım. Evime gelip, "Ben Chandan Muni'yim." dediği zaman, "Çok değişmişsin!" dedim.

Dedi ki, "Zindandan kurtulmak, ödünç alınmış bilgiden kurtulmak öyle büyük bir rahatlama oldu ki, tekrar gençleştim." Yetmiş yaşındaydı. Dedi ki, "Artık sen ne istersen onu yapmaya hazırım. Her şeyi riske attım; zengindim, Jaina keşişi olmak için bundan feragat ettim. Şimdi Jainizm'den, keşişlikten vazgeçtim, sırf hiç kimse olmak, böylece deney yapmak üzere mutlak özgürlük sahibi olmak için."

İNSANLARIN SESSİZCE, DİKKATLE DİNLEYEREK, HER sözcüğü soğurarak, odaklanmış düşünceler içinde oturduğunu görürsem, çok daha yüksek şeyler söyleyebilirim; onlara çok daha karmaşık şeyler açıklanabilir.

Ama önümde oturan dost yoksa, hep ABC'den başlamak zorunda kalırım. O zaman uçak asla kalkamaz; o zaman uçak bir otobüs işlevi göstermek zorunda kalır. Uçağı otobüs gibi kullanabilirsin, ama ancak hız kazandığı zaman havalanır; hız kazanması için belirli bir durum gereklidir.

Hindistan'da milyonlarca insanla konuştum; sonra bırakmak zorunda kaldım. Binlerle konuşuyordum. Tek bir toplantıda elli bin insanla. On beş yıl boyunca ülkenin dört bir yerine yolculuk yaptım. Her şeyden bıktım, çünkü her gün ABC'den başlamam gerekiyordu. Hep ABC, ABC idi ve XYZ'ye hiç ulaşamayacağımı açıklıkla anladım. Yolculuk etmeyi bıraktım.


--------------------------------------------------------------------------------

(1) mokşa: Çile çekerek varılan en üstün ruhsal durum. Bu ruhsal duruma ulaşan kişide ruh göçü durur. (Ed.n.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder