1953-1956: ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ

Âlimler güzel olan her şeyi yorumları, açıklamaları, sözde eğitimleri ile mahvetmekte ustadırlar. Her şeyi bunlarla o kadar ağır kılarlar ki, şiir bile gayri-şiirsel olur. Ben üniversitede hiç şiir dersine katılmadım. Bölümün başı tarafından tekrar tekrar çağrıldım, bana sordu, "Başka derslere katılıyorsun, neden şiir derslerine gelmiyorsun?"

Dedim ki, "Çünkü şiire duyduğum ilgiyi canlı tutmaya çalışıyorum. Şiiri çok seviyorum, işte bu yüzden. Ve profesörlerinizin gayri-şiirsel olduğunu çok iyi biliyorum; hayatları boyunca şiir nedir öğrenmemişler. Onları çok iyi tanıyorum. Üniversitede şiir öğreten adam her sabah benimle yürüyüşe çıkıyor. Onun ağaçlara baktığını, kuşları dinlediğini, güzelim gündoğumunu izlediğini hiç görmedim."

Ve benim gittiğim üniversitede gündoğumu ve günbatımı muazzam güzelliğe sahip şeylerdi. Üniversite bir tepenin üzerindeydi ve çevresi küçük tepeciklerle çevriliydi. Hindistan'ın her yerine yolculuk ettim ve hiçbir yerde daha güzel gündoğumları ve günbatımları görmedim. Bilinmeyen, gizemli bir sebepten dolayı Sagar Üniversitesi bulutların gün-doğumunda ve günbatımında rengarenk olduğu bir yerdedir, öyle ki kör bir adam bile muazzam güzelliğe sahip bir şeylerin olduğunu fark eder.

Ama üniversitede şiir dersi veren profesörün günbatımına baktığını, bir an bile durduğunu hiç görmedim. Ve ne zaman beni gündoğumunu, günbatımını, ağaçları, kuşları izlerken görse sorardı, "Neden burada oturuyorsun? Sabah yürüyüşü için geldin, egzersiz yapmalısın!"

Ona şöyle derdim, "Bu benim için egzersiz değil. Sen egzersiz yapıyorsun; benim için bu bir aşk ilişkisi."

Ve yağmur yağdığı zaman asla çıkmazdı. Ne zaman yağmur yağsa gidip kapısını çalar, "Hadi gel!" derdim.

"Ama yağmur yağıyor!" derdi.

Derdim ki, "Bu yürüyüş yapmak için en güzel zaman, çünkü sokaklar bomboş. Ve yağmur yağarken şemsiyesiz yürüyüşe çıkmak çok güzel, çok şiirseldir!"

Benim deli olduğumu düşünüyordu, ama yağmurun, ağaçların altında yürümeyen biri şiiri asla anlayamaz. Bölümün başkanına dedim ki, "Bu adam şiirsel değil; her şeyi mahvediyor. O kadar âlim, şiir o kadar gayrı-bilimsel bir şey ki, ikisinin buluşması imkânsız."

Üniversiteler insanların şiire duyduğu ilgiyi, sevgiyi yok eder. Yaşamın nasıl olması gerektiği konusundaki tüm fikri yok ederler; onu gittikçe daha çok bir eşya haline getirirler. Sana nasıl daha fazla kazanacağını öğretirler, ama sana nasıl derinlemesine yaşayacağını, nasıl bütün bütün yaşayacağını öğretmezler ve bunlar senin kavrayış anlarındır. Bunlar sayesinde mutlaka küçük kapılar ve pencereler açılır. Sana paranın değeri söylenir, ama bir gülün değeri söylenmez. Sana bir başbakan ya da cumhurbaşkanı olmanın değeri öğretilir, ama bir şair, bir ressam, bir şarkıcı, bir dansçı olmanın değeri öğretilmez. Bu şeylerin deli insanlara göre olduğu düşünülür.

ÜNİVERSİTEDEN MEZUN OLDUKTAN SONRA JABALPUR'U terk ettim, çünkü Sagar Üniversitesi'ndeki profesörlerden biri, S. S. Roy ısrarla bana telefon ediyor, yazıyor ve şunu söylüyordu, "Mezun olduktan sonra master yapmak için bu üniversiteye kaydolmalısın."

Jabalpur Üniversitesi'nden Sagar Üniversitesi'ne büyük bir mesafe yoktu. Yüz elli kilometre. Ama Sagar Üniversitesi pek çok açıdan benzersizdi. On bin, yirmi bin öğrencisi olan Benares Üniversitesi ya da Aligarh Üniversitesi ile karşılaştırıldığında küçük bir üniversiteydi. Onlar tıpkı Oxford ve Cambridge gibidir; büyük üniversiteler, büyük isimler. Sagar Üniversitesi'nin yalnızca bin öğrencisi ve neredeyse üç yüz öğretmeni vardı, yani üç öğrenciye bir öğretmen. Az bulunur bir yerdi; muhtemelen dünyada başka hiçbir yerde üç öğrenciye bir öğretmen düşen başka bir üniversite bulamazsın.

Üniversiteyi kuran adam dünyadaki en iyi profesörlerin tamamını tanıyordu. Sagar onun doğum yeriydi; adı Doktor Harisingh Gaur idi. Hukuk üzerine dünya çapında bir otoriteydi ve çok para kazanıyordu ve hiçbir dilenciye, hiçbir kuruma, hiçbir hayır kuruluşuna tek bir paisa vermiyordu. Tüm Hindistan'daki en cimri insan olarak biliniyordu. Sonra üniversiteyi kurdu ve yaşamı boyunca kazandığı bütün parayı üniversiteye bağışladı. Milyonlarca dolar.

Bana şöyle dedi, "Ben fakir bir adamdım, fakir bir adam olarak doğdum. İşte bu yüzden cimriydim; aksi halde başka yolu olmazdı. Hayır yapsam, şu hastaneye, bu dilenciye, o yetime para versem, bu üniversite var olamazdı." Bütün yaşamı boyunca tek bir fikir besledi, doğduğu yerde dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin olması gerektiği. Ve kesinlikle en iyi üniversitelerden birini yarattı. Hayattayken dünyanın her yerinden profesörler getirmeyi başardı. Onlara aldıklarının iki, üç katı maaşlar, ne isterlerse verdi ve iş yoktu, çünkü yalnızca bin öğrenci vardı. Ve ancak Oxford gibi bir üniversitenin karşılayabileceği gibi, bütün bölümleri açtı. Düzinelerce bölüm vardı öğrencisiz, ama tüm personeli ile: Bölüm başkanı, asistan profesör, profesör, okutman. Şöyle derdi, "Endişelenmeyin. İlk önce üniversite yaratılır ve en iyisi yapılır. Öğrenciler gelecektir, gelmek zorunda kalacaktır."

Sonra profesörler ve dekanlar en iyi öğrencileri arardı. Ve bir şekilde bu felsefe bölümünün başkanı olan Prof. S. S. Roy bana göz dikti.

Her sene üniversiteler arası münazara yarışması için Sagar Üniversitesi'ne giderdim. Dört sene boyunca hep kupayı ben kazandım ve dört sene boyunca hakem olarak beni dinledi. Hakemlerden biriydi. Dördüncü sene beni evine davet etti ve şöyle dedi:

"Dinle, bütün sene seni bekliyorum. Bir sene sonra, bir sonraki üniversiteler arası münazara yarışmasında burada olacağını biliyorum.

Savlarını sunma tarzın tuhaf. Bazen o kadar garip ki merak ediyorum... bu açıdan bakmayı nasıl başardın? Ben de birkaç problemi düşünüyordum, ama o açıdan hiç bakmadım. Belki sıradan akla gelen her bakış açısından vazgeçiyorsundur ve yalnızca başka kimsenin aklına gelmeyen bakış açısını seçiyorsundur.

Dört sene boyunca tek bir sebepten kupayı kazandın: Savların benzersiz olduğundan ve yanıt vermeye hazır kimse olmadığından. Onlar bunu düşünmemişlerdi, bu yüzden şok geçirdiler. Rakiplerini çok kötü duruma düşürüyorsun, insanın onlara acıyası geliyor, ama ne yapabiliriz ki? Ve sana hep yüz üzerinden doksan dokuz puan verdim. Yüzden çok vermek istedim, ama doksan dokuz bile... İnsanlar belli bir öğrenciyi tuttuğumu öğrendi. Bunun çok fazla olduğunu söylüyorlar, çünkü kimse elliyi aşamıyor.

Seni akşam yemeği için evime çağırdım, çünkü seni Jabalpur Üniversitesi'ni bırakıp buraya gelmeye ikna etmek istiyorum. Artık bu dördüncü senen, mezun olduğunda işin biter. Master için buraya gel. Senin öğrencim olman fırsatım kaçıramam; buraya gelmezsen, o zaman ben Jabalpur Üniversitesi'ne gelirim."

Ünlü bir otoriteydi; gelmek isterse, Jabalpur Üniversitesi onu bölüm başkanı olarak kabul etmekten büyük mutluluk duyardı. Dedim ki, "Hayır, o kadar zahmete girme. Ben buraya gelirim, buraya bayılıyorum." Belki de dünyada en iyi konuma sahip üniversiteydi, engin bir gölün yakınındaki tepelerdeydi. Öyle sessizdi -öylesine büyük, kadim ağaçlar- ki orada olmak bile yeterli eğitim sayılırdı.

Ve Dr. Harisingh Gaur büyük bir kitap âşığı olmalıydı. Tüm kütüphanesini üniversiteye bağışlamıştı ve dünyanın dört köşesinden sayısız kitap getirtmeyi başarmıştı. Tek bir adamın çabası... Nadirdi; tek başına bir Oxford yaratmıştı. Oxford bin seneden fazla zamanda yaratılmıştı; binlerce insan çalışmıştı. Bu adamın çıkardığı iş gerçekten de bir sanat parçasıdır. Tek başına, kendi parasıyla kendini riske atmıştı.

Bu yüzden oraya bayılıyordum. Dedim ki, "Endişelenmen gerekmez, geleceğim, ama beni yalnızca münazara yarışmalarında gördünüz. Benim hakkımda çok şey bilmiyorsunuz; başınıza bela açabilirim, rahatsızlık yaratabilirim. Karar vermeden önce hakkımda her şeyi bilmeni isterim."

Prof. S. S. Roy dedi ki, "Senin hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorum. Şimdiye kadar, sırf seni, gözlerini, konuşma tarzını, gerçekliğe yaklaşma tarzını görerek öğrendiğim az şey yeterli. Ve beni sorunlarla, beş belası olmakla korkutmaya çalışma. Sen ne istersen yapabilirsin."

SINIFA KATILDIĞIM GÜN PROFESÖR S. S. ROY "MUTLAK" kavramını açıklıyordu. Bradley(1) ve Şankara(2) üzerine bir otoriteydi. İkisi de Mutlak'a inanır. Onlar Tanrı'ya bu ismi verir.

Ona tek şey sordum, bu beni onunla çok samimi kıldı ve yüreğini bana tamamen, olası her açıdan açtı. Dedim ki, "Senin 'mutlak'ın mükemmel mi? Yerinde duruyor mu, yoksa hâlâ büyüyor mu? Eğer hâlâ büyüyorsa, o zaman mutlak değildir, kusurludur, ancak o zaman büyüyebilir. Eğer başka bir şey daha, biraz daha dal, biraz daha çiçek olası ise, o zaman canlıdır. Eğer tamamlanmışsa, tamamen eksiksizse -mutlak sözcüğünün anlamı budur; artık büyüme olasılığı yoktur- o zaman ölüdür." Bu yüzden ona sordum, "Açık ol, çünkü Bradley ve Şankara'ya göre 'mutlak' Tanrı'yı temsil eder; onlar Tanrı'ya bu felsefi ismi verir. Senin Tanrın canlı mı, ölü mü? Bu soruyu yanıtlamak zorundasın."

Gerçekten dürüst bir adamdı. "Lütfen bana düşünmek için zaman ver." dedi. Oxford'da Bradley üzerine doktora yapmıştı, Benares'te Şankara üzerine bir başka doktora yapmıştı ve bu iki filozof üzerine en büyük otorite sayılıyordu, çünkü Batı'da Bradley, Doğu'da Şankara'nın aynı sonuçlara geldiğini kanıtlamaya çalışmıştı. "Lütfen bana düşünmek için zaman ver." dedi.

Dedim ki, "Tüm yaşamın boyunca Bradley, Şankara ve Mutlak üzerine yazageldin. Kitaplarını ve yayınlanmamış tezlerini okudum. Ve tüm yaşamın boyunca ders verdin. Kimse sana bu kadar basit bir soruyu sormadı mı?"

Dedi ki, "Kimse bana sormadı, bu kadar da değil, benim bile aklıma gelmedi. Bir şey mükemmelse, o zaman ölü olması gerektiği aklıma gelmedi. Canlı her şeyin kusurlu olması gerekir. Bu fikir hiç aklıma gelmedi. Bu yüzden lütfen bana zaman ver."

Dedi ki, "Dilediğin kadar zaman kullanabilirsin. Ben her gün gelip aynı soruyu soracağım." Ve bu beş, altı gün devam etti. Her gün sınıfa girdim ve o titreyerek geldi. Ben ayağa kalkıp, "Sorum." dedim.

Ve o dedi ki, "Lütfen beni affet, karar veremiyorum. İki yanda da güçlük var. Tanrı'nın kusurlu olduğunu söyleyemem; Tanrı'nın ölü olduğunu da söyleyemem. Ama yüreğimi fethettin."

Eşyalarımı öğrenci yurdundan aldı, evine götürdü. Dedi ki, "Artık öğrenci yurdunda yaşayamazsın. Gelip benimle ve ailemle yaşamalısın. Senden öğrenecek çok şeyim var, çünkü bu kadar basit bir soru benim aklıma gelmedi. Sen aldığım tüm dereceleri iptal ettin."

Neredeyse altı ay onunla birlikte yaşadım, sonra bir başka üniversiteye geçti. Benim de onunla gitmemi istedi, ama rektör yardımcısı gönülsüzdü. Dedi ki, "Prof. Roy, siz gidebilirsiniz. Profesörler gelir, gider, ama böyle bir öğrenciyi bir daha bulamayabiliriz. Bu yüzden ona sertifikalarını vermeyeceğim ve üniversiteden ayrılmasına izin vermeyeceğim. Ve öğrencimin oraya alınmamasını söylemek için üniversitenize yazacağım!"

Ama o beni sevmeye devam etti. Bu az rastlanır bir olguydu: Her ay, neredeyse üç yüz kilometre uzaktaki üniversitesinden beni görmeye gelirdi. Ayda en az bir kez sırf beni görmek, sırf benimle oturmak için gelirdi. Ve derdi ki, "Artık daha iyi bir maaş alıyorum ve her şey orada daha rahat, ama seni özlüyorum. Sınıf ölü gibi görünüyor. Kimse senin gibi sorular, yanıtlanamayan sorular sormuyor."

Ve ona şöyle dedim, "Bu seninle benim aramdaki anlaşma, bir soruya ancak yanıtlanamıyorsa soru derim. Yanıtlanabiliyorsa, bu nasıl bir soru?"

TAHTADAN YAPILMIŞ HİNT SANDALETLERİ İLE yürürdüm. Neredeyse on bin yıl boyunca, belki daha uzun süre sannyasinler tarafından kullanılmış. Tahta sandalet... Çünkü bu amaç için öldürülen bir hayvanın derisi kullanılmadan yapılır ve en iyi deri hayvanların yavrularından sağlanır. Bu yüzden sannyasinler bundan kaçınır ve tahta sandaletler kullanır. Ama insan yürürken o kadar çok ses çıkarır ki, bir kilometre öteden geldiğini duyabilirsin. Ve asfalt yolda, üniversitenin verandasında yürürken tüm üniversite öğrenir. Tüm üniversite benim gelip gittiğimi bilirdi; beni görmelerine gerek yoktu, sandaletlerim yetiyordu.

ÜNİVERSİTENİN FELSEFE SINIFINA GİRDİĞİM İLK GÜN Dr. Saxena ile tanıştım. Yalnızca birkaç profesöre karşı büyük sevgi ve saygı besledim. Bu ikisi en sevdiğim profesörlerdi -Dr. S. K. Saxena ve Dr. S. S. Roy- sırf bana öğrenci gibi davranmadıkları için.

İlk gün Dr. Saxena'nın dersine tahta sandaletlerim ile girdiğimde, biraz şaşırmış göründü. Sandaletlerime baktı ve sordu, "Neden tahta sandalet kullanıyorsun? Çok gürültü çıkarıyor."

"Yalnızca bilincimi tetikte tutmak için." dedim.

"Bilinç mi?" dedi. "Bilincini başka şekillerde de tetikte tutmaya çalışıyor musun?"

Dedim ki, "Günde yirmi dört saat, olası her şekilde bunu yapmaya çalışıyorum: Yürürken, otururken, yemek yerken, hatta uyurken. Ve ister inanın, ister inanmayın, son zamanlarda uykuda bile uyanık ve tetikte olmayı başardım."

Dedi ki, "Sınıf dağılabilir, sen benimle ofisime gel." Tüm sınıf ilk günde başıma bela açtığımı düşündü. Profesör beni ofisine götürdü ve raftan otuz sene önce doktorası için yazdığı tezi aldı. Bilinç üzerineydi. Dedi ki, "Bunu al. İngilizce yayınlandı ve Hindistan'da çok kişi, hem İngilizce'yi hem Hintçe'yi mükemmel bilen büyük âlimler, bunu Hintçe'ye tercüme etmek için izin istedi. Ama kimseye izin vermedim, çünkü sorun dili iyi bilip bilmediğin değil; bilincin ne olduğunu bilen bir adam arıyordum -ve gözlerinde, yüzünde, yanıt verme tarzında görebiliyorum- bu kitabı sen tercüme etmelisin."

Dedim ki, "Bu üstesinden gelmesi zor bir iş; Çünkü İngilizce'yi çok iyi bilmiyorum ve Hintçe'yi de çok iyi bilmiyorum. Hintçe anadilim, ama yalnızca herkesin anadilini bildiği kadar biliyorum. Ve anadilin tanımına inanıyorum. Neden her dile anadil denir? Çünkü anne konuşur baba dinler ve çocuklar da böyle öğrenir. Ben de böyle öğrendim.

Babam sessiz bir adamdır; annem konuşur, o dinlerdi. Ben dili böyle öğrendim. Bu yalnızca anadil, çok bilmiyorum. Hintçe hiç çalışma alanım olmamıştır. İngilizce'yi biraz biliyorum ve bu senin sözde sınavların için yeterli, ama bir doktora tezini tercüme etmek için?.. Buna rağmen bunu bir öğrenciye veriyorsun öyle mi?"

"Endişelenme." dedi. "Yapabileceğini biliyorum."

Dedim ki, "Bana güveniyorsan, elimden geleni yapacağım. Ama sana bir şeyi söylemeliyim, eğer içinde bir yanlış bulursam, altına redaksiyon notu koyacağım ve nasıl düzeltilmesi gerektiğini yazacağım. Eksik bir şey bulursam, eksik bir şey olduğunu dipnotta belirteceğim ve eksik olan şeyi yazacağım."

Dedi ki, "Bunu kabul ediyorum. İçinde eksik olan çok şey olduğunu biliyorum. Ama beni şaşırtıyorsun: Daha kitabı görmedin, kapağını açmadın bile. İçinde eksik olacağını nereden biliyorsun?"

Dedim ki, "Sana bakarak. Nasıl sen bana bakarak kitabı tercüme edecek doğru insanın ben olduğumu görebiliyorsan, ben de senin onu yazacak doğru insan olmadığını çok iyi görebiliyorum, Dr. Saxena!"

Ve bundan o kadar hoşlandı ki, herkese anlattı! Tüm üniversite aramızda geçen diyalogu öğrendi. Takip eden iki aylık yaz tatilinde kitabı çevirdim ve o redaksiyon notlarını koydum. Ona gösterdiğimde, gözlerinde sevinç gözyaşları vardı. Dedi ki, "Burada eksik olan bir şey olduğunu çok iyi biliyordum, ama ben hiç uygulamadığım için bulamıyordum. Ben yalnızca Doğu yazmalarında bilinç hakkında bilgi bulmaya çalışıyordum. Çok yazma toplamıştım ve sonra onları düzenlemeye başladım. Tezimi bitirmek neredeyse yedi yılımı aldı." Gerçekten de büyük bir bilimsel çalışma yapmıştı. Ama yalnızca bilimsel. Dedim ki, "Bu bilimsel bir çalışma, ama meditasyon yapan birinin çalışması değil. Ve ben bütün bu notları koydum. Bunun bir meditasyoncu değil, ancak bir bilgin tarafından yazılabileceği hakkındaki notları..."

O sayfalara baktı ve bana şöyle dedi, "Sen eğer tez hocam olsaydın asla doktoramı alamazdım! Tam da benim kuşkulu olduğum yerleri bulmuşsun, ama bana sınav yapan o aptallar şüphelenmedi bile. Çok övgü aldı."

Yıllarca Amerika'da profesörlük yapmıştı ve kitabı gerçekten de anıtsal bir bilim çalışmasıydı; ama kimse onu eleştirmemiş, kimse o konulara işaret etmemişti. Bu yüzden ona sordum: "Şimdi tercümeye ne yapacaksın?"

"Bunu yayınlayamam. Sonunda bir tercüman buldum, ama sen tercümandan çok sınavcısın! Onu saklayacağım, ama yayınlayamam. Senin notların ve yorumların varken bütün ünümü mahveder, ama sana katılıyorum. Aslında..." dedi. "Elimde olsaydı sırf o notlar ve yorumlar yüzünden sana bir doktora verirdim, çünkü ancak meditasyon yapan birinin bulabileceği yerleri tam olarak bulmuşsun; meditasyon yapmayan birinin onları bulması için yol yok."

Böylece tüm yaşamım baştan beri iki şeye odaklandı: Asla zekice olmayan şeylerin bana telkin edilmesine izin vermemek, sonuç ne olursa olsun her tür aptallıkla mücadele etmek ve sonuna dek mantıklı, rasyonel olmak. İletişim kurduğum bütün insanlara karşı kullandığım bir yöndü bu. Ve diğeri kesinlikle kişiseldi, benimdi: Gittikçe daha tetikte olmak, böylece yalnızca bir entellektüel olup çıkmamak.

AKLIMA REKTÖR YARDIMCILARIMDAN BİRİ GELİYOR, dünyaca ünlü bir tarihçiydi. Neredeyse yirmi yıl boyunca Oxford'da tarih profesörlüğü yapmıştı ve Oxford'dan emekli olduktan sonra Hindistan'a dönmüştü. Dünyaca ünlü bir ismi vardı ve benim okuduğum üniversitenin rektör yardımcılığına seçilmişti. İyi bir adamdı, güzel bir kişiliği vardı, muazzam bilgiliydi, âlimdi, tanınıyordu. Övünebileceği çok kitabı vardı.

Tesadüf eseri rektör yardımcısı olarak göreve başladığı gün Gautama Buda'nın doğum günüydü. Ve Gautama Buda'nın doğum günü başka herkesin doğum gününden daha önemlidir, çünkü Gautama Buda'nın doğum günü aynı zamanda aydınlandığı ve bedenden çıktığı gündür. Aynı gün doğmuş, aynı gün aydınlanmış, aynı gün ölmüştür.

Tüm üniversite bu adamın Gautama Buda hakkında konuşmasını dinlemek için toplandı. Ve adam büyük bir tarihçiydi, Gautama Buda hakkında kitaplar yazmıştı; büyük duygululukla konuştu. Gözlerinde yaşlarla şöyle dedi, "Gautama Buda'nın zamanında doğsaydım, ayaklarının dibinden asla ayrılmayacağımı hissettim hep."

Alışkanlıklarıma uyarak ayağa kalktım ve "Lütfen, sözlerinizi geri alın." dedim.

"Ama neden?" dedi.

Dedim ki, "Çünkü yalan söylüyorsunuz. Raman Maharşi'nin(3) zamanında hayattaydınız. O da aynı türden biriydi, aynı aydınlanmaydı ve onu ziyaret bile etmediğinizi biliyorum. Bu yüzden, kimi kandırmaya çalışıyorsunuz? Gautama Buda'yı da ziyaret etmezdiniz. Gözyaşlarınızı silin, bunlar timsah gözyaşları. Siz yalnızca âlimsiniz ve aydınlanma ya da Gautama Buda gibi insanlar hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz."

Oditoryumda büyük bir sessizlik oldu. Profesörlerim okuldan kovulacağımdan korkuyorlardı; hep her an okuldan kovulacağımdan korktular. Beni seviyorlardı ve beni orada istiyorlardı. Ama böyle bir durum yaratmak, böyle rahatsız bir durum... Ve kimse ne yapacağını, buzu nasıl kıracağını bilmiyordu. O birkaç saniye saatler gibi geldi. Rektör yardımcısı orada duruyordu... Kesinlikle üstün niteliklere sahip bir adamdı. Gözyaşlarını sildi ve affedilmeyi istedi. Belki yanılıyordu. Ve bunu daha detaylı tartışmak için beni evine çağırdı.

Ama tüm üniversitenin önünde şöyle dedi, "Haklısın. Gautama Buda'ya gitmezdim, biliyorum. Söylediğim zaman farkında değildim; yalnızca duygulandım, kapılıp gittim. Evet, hayattayken Raman Maharşi'ye hiç gitmedim, üstelik defalarca yaşadığı yerin yakınından geçtim. Madras Üniversitesi'nde dersler verdim, orası onun Arunaçal'daki yerine birkaç saat uzaktadır. Pek çok dostum bana, 'Gidip bu adamı görmelisin' dedi ve ben hep erteleyip durdum ve sonunda adam öldü."

Tüm üniversite buna inanamadı. Profesörlerim inanamadı. Ama adamın alçakgönüllülüğü herkesi duygulandırdı. Ona duyulan saygı çok çok büyüdü ve dost olduk. Çok yaşlıydı -neredeyse altmış sekiz yaşında- ve ben yalnızca yirmi dört yaşındaydım, ama dost olduk. Ve bir an bile onun büyük bir âlim olduğunu, rektör yardımcısı olduğunu, dedem yaşında olduğunu bana hissettirmedi.

Tam tersine, bana şöyle derdi, "O gün ne oldu bilmiyorum; ben o kadar alçakgönüllü biri değilim. Yirmi yıl Oxford'da profesörlük yapmak, dünyada pek çok üniversitenin konuk profesörü olmak beni oldukça benmerkezci kıldı. Ama sen tek bir darbe ile her şeyi yok ettin. Ve bunun için hayatım boyunca sana minnettar kalacağım: Ayağa kalkmasaydın bunu yapacağıma inanıp dururdum. Ama şimdi bunu isterdim... Birini bulabilirsem ayaklarının dibinde oturup onu dinlemek isterim."

"O zaman otur ve dinle." dedim.

"Ne!?"dedi.

Dedim ki, "Bana bak yeter. Yaşıma aldırma, otur ve beni dinle." Ve inanmayacaksın, o yaşlı adam oturdu ve ona söylemek istediklerimi dinledi. Ama pek az insanda o kadar cesaret, o kadar açıklık vardır.

O günden sonra beni ziyaret etmek için öğrenci yurduna gelmeye başladı. Herkes şaşırıyordu. Ne olmuştu? Onun için çok utanç verici bir durum yaratmıştım! Beni evine götürürdü ve birlikte otururduk. Bana şöyle derdi, "Herhangi bir şey söyle, dinlemek istiyorum. Tüm yaşamım boyunca ben konuştum; dinlemeyi unuttum. Ve bilmediğim şeyler söyledim." Ve bir müridin ustasını dinlediği gibi dinledi.

Profesörlerim çok şaşırıyordu. Dediler ki, "O yaşlı adama büyü mü yaptın? Yoksa bunadı mı? O da değilse ne oldu? Onu görmek için randevu alıp kuyrukta beklememiz gerekiyor. Ancak zamanımız geldiğinde onu görebiliyoruz. Ve o seni görmeye geliyor, bu kadar da değil, seni dinliyor. Ne oldu?"

Dedim ki, "Aynısı size de olabilir, ama siz o kadar zeki, o kadar duyarlı, o kadar anlayışlı değilsiniz. O yaşlı adam gerçekten de az bulunur."


--------------------------------------------------------------------------------

(1) James Bradley: (1693-1762) İngiliz gökbilimci... Yıldızların hareketini incelemiş, dünyanın ekseninin eğriliğiyle ışığın sapımını bulmuştur. (Ed.n.)

(2) Şankara: (IX. yy.) Hintli düşünür... Adı Sankara yazıldığı gibi, Schankara, Shankaracharya olarak da yazılır. Budacılığı eleştirmiş, Hindu öğretisi advaita vedanta'yı (Hintlilerin altı büyük öğretisinden biri) savunmuştur. Ona göre nesnel gerçeklik bir hayalden başka bir şey değildir. (Ed. n.)

(3) Ramana Maharishi: 1879 Tiruchuzli - 1956 Tiruvannamalai. Kuzey Hindistan, Madura'da doğan Venkatramoan Aiyer, şehirdeki Amerikan Lisesi'nde öğrenim gördü. Daha sonra müritlerine şöyle dedi: "Hiçbir şey okumadım. Bilgim 14 yaşıma öğrendiklerimle sınırlı... Bütün çalışmalarım önceki varoluşlarda yapıldı ve bunlar bana yetiyor." 17 yaşındayken odasında sükun içinde oturduğu sırada birden bire kendi ölümünü yaşadı. Sonra da benliğinin kutsal kaynağını, geçici ve "ben"in zıttı olan ölümsüz "ben"i seyretti. (Ed. n.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder