1957-1966: PROFESÖR

Öğrencilik hayatımdan büyük zevk aldım; insanlar bana karşı, benim yanımda, kayıtsız ya da sevgi dolu olsalar da, tüm o deneyimler güzeldi. Kendim öğretmen olduğumda bunların hepsi bana yardımcı oldu, çünkü kendi bakış açımı sunarken öğrencilerin bakış açılarını da görebiliyordum.

Ve sınıflarım münazara kulüpleri oldu. Herkesin kuşku duymaya, tartışmaya hakkı vardı. Arada bir birisi derse ne olacağı hakkında endişelenmeye başlardı, çünkü her noktada bunca tartışma olurdu. "Endişelenme." derdim. "Bütün bunlar zekânızı keskinleştirmek için gerekli. Ders küçük bir şeydir, bir gecede okuyabilirsiniz. Keskin bir zekânız varsa, okumadan bile yanıt verebilirsiniz. Ama keskin bir zekânız yoksa, kitabınız olsa da yanıtın nerede olduğunu bulamazsınız. Beş yüz sayfalık bir kitapta yanıt bir paragrafın içinde olabilir."

Bu yüzden sınıflarım tamamen farklıydı. Her şeyin tartışılması, her şeyin içine en derin şekilde, her köşeden, her bakış açısından bakılması gerekiyordu, ve ancak zekân tatmin olduğu zaman kabul ediliyordu. Aksi halde, onu kabul etmenin gereği yoktu; tartışmayı ertesi gün devam ettirebilirdik.

Bir şey tartıştığında ve mantıklı bir seyir, tüm bir yapıyı keşfettiğinde, onu hatırlamana gerek olmadığını anlayınca şaşırmıştım. Bu senin keşfindir; seninle kalır. Onu unutamazsın.

Öğrencilerim beni kesinlikle seviyordu, çünkü başka hiç kimse onlara o kadar çok özgürlük vermiyordu, başka hiç kimse onlara o kadar çok saygı göstermiyordu. Başka hiç kimse onlara o kadar çok sevgi vermiyordu, başka hiç kimse onların zekâsını keskinleştirmesine yardım etmiyordu.

Her öğretmen maaşım için endişeleniyordu. Ben hiç maaşımı almaya gitmedim. Bir öğrenciye yetki verir, "Ayın ilk günü geldiğinde maaşı al ve bana getir. Bir kısmına ihtiyacın olursa alabilirsin." derdim.

Üniversitede kaldığım onca yıl boyunca o ya da bu kişi maaşımı getirdi. Maaşları dağıtan adam bir kez beni görmeye geldi ve şöyle dedi, "Sen hiç gelmiyorsun. Bir gün geleceğini ve seni göreceğimi umuyordum. Ama ofise belki de hiç gelmeyeceğini düşünerek, ne tür bir adam olduğunu görmek için ben evine geldim, çünkü ayın ilk günü sabahın erken saatlerinde maaşlarını almak için kuyruğa giren profesörler var. Sen hiç yoksun. Senin imzan ve yetkinle herhangi bir öğrenci gelebiliyor ve maaşın sana ulaşıp ulaşmadığından emin olamıyorum."

Dedim ki, "Endişelenmene gerek yok, bana hep ulaştı." Birine güvendiğin zaman, onun seni aldatması çok zordur.

Öğretmen olduğum onca yıl, maaşı alma yetkisi verdiğim hiçbir öğrenci içinden para almadı. Halbuki onlara şöyle demiştim, "Size kalmış. Hepsini almak istiyorsanız alabilirsiniz. Bir kısmını almak istiyorsanız, alabilirsiniz. Ve bu geri ödemeniz için ödünç verilmiş bir şey olmaz, çünkü bana kimin ne kadar para borçlu olduğunu hatırlama zahmetine giremem. Sizindir; fark etmez." Ama tek bir öğrenci bile maaşımdan para almadı.

Öğretmenlerin hepsi yalnızca maaşla, daha yüksek görevler edinmekle ilgileniyordu. Gerçekten öğrencilerle, onların geleceği ile, özellikle de spiritüel büyüme ile ilgilenen kimseyi görmedim.

Bunu görünce, küçük bir meditasyon okulu açtım. Dostlarımdan biri güzelim bungalovunu ve bahçesini önerdi ve benim için, meditasyonlar için mermer bir tapınak yaptı, böylece en az elli kişi tapınağın içinde oturup meditasyon yapabiliyordu. Pek çok öğrenci, pek çok profesör -hatta rektör yardımcıları- meditasyonun ne olduğunu anlamak için geldi.

HİNDİSTAN'DA MÜSLÜMANLARIN AYRI, HİNDU'LARIN ayrı, Pencaplılar'ın ayrı, Bengalliler'in ayrı, Güney Hindistanlılar'ın ayrı giysileri vardır. Örneğin, Güney Hindistan'da yalnızca bir lungiye sarınabilirsin; yalnızca sarındığın bir dhoti. O kadar da değil, onu yukarı kaldırıp üste sıkıştırırlar, böylece ancak dizlere kadar gelir. Üniversitelerde bile, profesörler o giysi ile ders verir.

Lungiyi çok seviyordum, çünkü sadeydi, en sadesi: Dikişe, terziliğe, hiçbir şeye gerek yoktu; herhangi bir kumaş parçası kolaylıkla lungiye çevrilebiliyordu. Ama Güney Hindistan'da değildim, lunginin ancak serseriler, aylaklar, asosyal unsurlar tarafından kullanıldığı orta Hindistan'daydım. Lungi insanın topluma aldırmadığının, onlar için ne düşündüğüne aldırmadığının simgesi idi.

Üniversiteye lungi içinde gitmeye başladığımda bir an her şey durdu: Öğrenciler sınıflarından çıktı, profesörler sınıflarından çıktı. Koridordan geçerken herkes durup beni izliyordu ve ben herkese el sallıyordum. Ne güzel bir karşılama!

Rektör yardımcısı çıktı: "Sorun ne? Dersler tam ortasında durdu, profesörler çıktı ve sessizlik oldu..." Beni gördü ve ona el salladım, el sallamama karşılık verecek cesareti yoktu.

Dedim ki, "En azından bana el sallayabilirsin. Tüm bu insanlar lungimi görmeye geldi." Sanırım buna bayıldılar, çünkü her gün profesörler güzel, en pahalı giysilerle çıkıp geliyorlardı. Rektör yardımcısı giysilerine çok özen gösterirdi ve onlarla ünlüydü. Evine gitsen şaşardın: Tüm evde giysilerden başka bir şey yoktu, o, hizmetkârı ve giysileri.

Dedim ki, "Sen içeri girerken kimse sınıflarından çıkmıyor. Ama zavallı bir lungi -en fakirler giyer onu- onları dışarı çıkardı! Ve ben her gün bu lunginin içinde geleceğim."

Dedi ki, "Şaka yapmak tamam, bir gün tamam, ama fazla ileri gitme."

Dedim ki, "Bir şey yaptığım zaman sonuna kadar giderim."

Dedi ki, "Ne demek istiyorsun? Gerçekten her gün lungi ile gelmeyi mi düşünüyorsun?"

Dedim ki, "Şu anda niyetim bu. Bana karışılırsa lungisiz bile gelebilirim. Buna inanabilirsin. Herhangi bir şekilde bana karışılırsa, bunun bir profesör için uygun olmadığını, şunu, bunu söylemeye çalışırsan, umurumda olmaz... Sessiz kalabilirsen, lungi içinde kalırım; bana karşı bir şey yapmaya başlarsan, o zaman lungi gider. Ben gelirim... O zaman asıl manzarayı görürsün!"

Ve bu çok gülünç bir sahneydi, çünkü tüm öğrenciler bunu duyunca alkışlamaya başladı ve rektör yardımcısı o kadar utandı ki, odasına geri döndü. Lungim hakkında tek bir söz söylemedi. Defalarca sordum, "Lungime ne diyorsun? Ona karşı yapılan bir şey var mı, yok mu?"

"Beni rahat bırak." dedi, "Ne istiyorsan yap. Ve hiçbir şey söylemek istemiyorum, çünkü sana söylenen herhangi bir şey tehlikeli olabilir, insan onu nasıl karşılayacağını asla bilemiyor. Ben 'Lungiyi bırak.' demiyordum, yalnızca, 'Eski kıyafetlerine dön.' diyordum."

Dedim ki, "Onlar gitti ve giden gitmiştir, asla arkama bakmam. Artık lungi içinde dolaşacağım."

Böylece ilk önce lungiyle, uzun bir cübbeyle dolaşmaya başladım. Sonra bir gün cübbeyi bıraktım ve yalnızca bir şal kullanmaya başladım. Yine bir dram oldu, ama o serinkanlılığını korudu. Herkes dışarı çıktı, ama o gelmedi; belki lungiyi bırakacağımdan korkuyordu! Odasından çıkmadı. Kapısını çaldım. "Yaptın mı?" dedi.

"Henüz değil." dedim. "Dışarı çıkabilirsin."

Kapısını açtı ve giyinik miyim, yoksa her şeyi bırakmış mıyım, görmek için dışarı baktı. "Demek artık değiştin. Cübbeyi de mi?.." dedi.

"Onu da değiştirdim. Söyleyecek bir şeyin var mı?" dedim.

Dedi ki, "Tek söz söylemek istemiyorum. Başkalarıyla senin hakkında konuşmuyorum bile. Gazeteciler telefon ediyor ve soruyor, 'Üniversitede buna nasıl izin veriliyor? Çünkü bu bir örnek olabilir, öğrenciler ve diğer profesörler lungi içinde gelebilir.'

Onlara diyorum ki, 'Ne olursa olsun, herkes lungi içinde gelse bile benim için sorun yok. Onu rahatsız etmeyeceğim, çünkü beni, onu rahatsız edersem çıplak gelmekle tehdit ediyor. Ve çıplaklığın Hindistan'da kabul edilebilir bir spiritüel yaşam tarzı olduğunu söylüyor. Mahavira çıplaktı, Jainaların yirmi dört tirthankarası çıplaktı, binlerce keşiş hâlâ çıplak ve bir tirthankara çıplak olabiliyorsa, neden bir profesör olamasın? Hindistan'da çıplaklık herhangi bir açıdan kınanamaz."

Böylece şunu dedi, "İnsanlara söylüyorum, 'Gerçekten kaos yaratmak isterse... Üniversitede de takipçileri var; onun yaptığı her şeyi yapmaya hazır pek çok öğrenci var. Bu yüzden onu rahat bırakmak en iyisi."

Yaşamım boyunca şunu öğrendim: Saygınlığından birazcık ödün vermeye hazırsan, dilediğini rahatlıkla yapabilirsin. Toplum sana bir oyun oynamıştır. Zihninde saygınlığı yüksek bir kaideye oturtmuştur ve karşısına, senin yapmanı istemediği her şeyi koymuştur. Böylece onları yaparsan, saygınlığını kaybedersin. Bir kez 'Saygınlık umurumda değil!' dersen, o zaman toplum senin iradene karşı kesinlikle iktidarsız kalır.

ÜNİVERSİTEDE ÖĞRETMEN OLDUĞUMDA, DEDİM Kİ, "Ben kime ders vereceğim? Bu masalara ve sandalyelere mi? Bu nasıl bir saçmalık? Size bu şekilde oturmanızı kim söyledi? Birbirinize karışın ve önüme gelin." Böyle dedim; çünkü sınıfa girdiğimde kızların bir köşede oturduğunu, önümde dört beş boş sıra olduğunu, oğlanların diğer köşede oturduğunu gördüm.

Tereddüt ettiler. Bir öğretmenin onlara karışmalarını söylediğini hiç duymamışlardı. Dedim ki, "Hemen karışın; aksi halde rektör yardımcısına son derece doğaya aykırı, gayrı-psikolojik bir şeyin olduğunu raporlayacağım."

Yavaş yavaş, tereddütle... Dedim ki, "Tereddüt etmeyin! Yerinizden kıpırdayın ve karışın. Benim sınıfımda ayrı oturamazsınız. Ve bir kıza dokunmaya çalışmanız ya da kızın gömleğinizi çekiştirmeye çalışması umurumda bile değil; doğal olan her şeyi kabul ederim. Bu yüzden orada donmuş, küçülmüş bir halde oturmanızı istemiyorum. Benim sınıfımda olmayacak bu. Birlikte olmaktan keyif alın. Birbirinize notlar, taşlar, mektuplar attığınızı biliyorum. Buna gerek yok. Gidip yanına oturun, mektubu ya da ne istiyorsanız onu kıza verin, çünkü aslında hepiniz cinsel açıdan olgunsunuz; bir şey yapmalısınız. Ve felsefe okuduğuna göre kesinlikle delisiniz! Bu felsefe okuma zamanı mı? Bu dışarı çıkıp sevişme zamanı. Felsefe başka bir şey yapamadığınız, ihtiyarlık içindir, o zaman felsefe okuyabilirsiniz."

Hepsi çok korktu. Yavaş yavaş gevşediler, ama diğer sınıflar onları kıskanmaya başladı. Diğer profesörler rektör yardımcısına rapor vermeye başladılar, "Bu adam tehlikeli. Kızlarla oğlanların hepimizin yasakladığı şeyler yapmasına izin veriyor. Onların iletişime geçmesini engellemek yerine onlara yardım ediyor! Diyor ki, 'Aşk mektubu yazmayı bilmiyorsanız bana gelin. Ben size öğretirim. Felsefe ikincildir, fazla değildir. İki senelik dersi altı ayda bitiririz. Kalan bir buçuk senede zevk alır, dans eder, şarkı söyleriz. Endişelenmeyin.'"

Sonunda rektör yardımcısı beni çağırmak zorunda kaldı ve şöyle dedi, "Bütün olan biteni duydum. Ne diyorsun?"

Dedim ki, "Üniversitede öğrenci olmuşsundur."

"Evet." dedi. "Oldum. Aksi halde nasıl rektör yardımcısı olabilirdim?"

Dedim ki, "O zaman biraz geri dön ve kızların uzakta, sizin uzakta oturduğunuz günleri hatırla. Kafandan ne geçiyordu?"

"Çok tuhaf bir adama benziyorsun." dedi. "Gelmeni istedim, çünkü bir şey hakkında bilgi almak istiyordum."

Dedim ki, "Bunu daha sonra ele alırız. İlk önce sorumu yanıtla. Ve dürüst ol; aksi halde yarın tüm üniversitenin, tüm profesörlerin ve öğrencilerin önünde sana açık açık meydan okurum. Konuyu tartışırız ve onların oy vermesine izin veririz."

Dedi ki, "Heyecanlanma. Belki haklısın. Hatırlıyorum. Artık yaşlı bir adamım ve umarım bunu kimseye söylemezsin, kızları düşünürdüm. Profesörü dinlemezdim, profesörü kimse dinlemezdi. Kızlar notlar fırlatıyordu, biz notlar fırlatıyorduk, mektuplar alınıp verilirdi."

"O zaman..." dedim, "Gidebilir miyim?"

"Elbette." dedi. "Git ve ne yapmak istiyorsan yap. Seninle herkesin önünde karşılaşmak istemiyorum, kazanacağını biliyorum. Haklısın. Ama ben zavallı bir adamım; görevimi yerine getirmem gerek. Böyle bir şey yapacak olursan hükümet beni bu rektör yardımcılığından atar."

Dedim ki, "Rektör yardımcılığı benim umurumda değil. Sen rektör yardımcısı kal, ama unutma: Bir daha beni asla çağırma. Pek çok şikâyet gelecektir, ama şu anda sana açıkça söylüyorum, her seferinde ben haklı olacağım."

"Anladım." dedi.

Sonra öğrenciler, benim dersimi almayan kız ve oğlanlar bana sormaya başladılar, "Biz de gelebilir miyiz?"

Dedim ki, "Felsefe hiç bu kadar merak uyandırmamıştı. Gelin! Herkes gelebilir. Ben hiç yoklama almam. Her ay, yoklama defteri gidecekken, öylesine doldururum; yok, var, yok, var. Yalnızca herkesin derslerin yüzde yetmiş beşinden fazlasına girmiş görünmesine dikkat ederim, böylece sınava girebilirler. Umurumda değil. Bu yüzden gelebilirsiniz."

Sınıflarım tıka basa doldu. İnsanlar pencerelerde oturuyordu. Ve aslında hepsinin başka sınıfta olması gerekiyordu.

Sonra yine şikâyetler gelmeye başladı ve rektör yardımcısı dedi ki, "Bu adam hakkında şikâyet getirmeyin. İnsanlar dersinize gelmiyorsa bu sizin sorununuz. Ben ne yapabilirim? Onu tercih ediyorlarsa, o ne yapabilir? Ve onlar felsefe öğrencisi değil, ama sizin tarih, ekonomi, politika derslerinize gelmek istemiyorlar. Ben ne yapabilirim? Ve o adam bana meydan okudu: 'Bir daha asla beni çağırma, yoksa herkesin önünde karşı karşıya geliriz.'"

Ama her bölümden o kadar çok şikâyet geldi ki, sonunda o geldi. Beni çağırmamasının daha iyi olacağını biliyordu; sınıfa gelmek zorunda kaldı. Gördüklerine inanamadı.

Felsefede pek az öğrenci olur, çünkü felsefe para kazandıran bir konu değildir. Ama sınıf tıka basa doluydu; onun girebilmesi için bile yer yoktu. Onun öğrencilerle birlikte kapının arkasında durduğunu gördüm. Öğrencilere dedim ki, "Rektör yardımcısının içeri girmesine izin verin. Bırakın o da burada gerçekleşen sahnenin tadını çıkarsın."

İçeri girdi. Gözlerine inanamıyordu, kızlar, oğlanlar hep-birlikte oturuyordu ve neşeyle beni dinliyordu. Tek bir rahatsızlık yoktu, çünkü rahatsızlıkları kökünden önlenmişti. Artık her oğlan kız arkadaşının yanında oturuyordu; taş, mektup atmalarına gerek yoktu. İhtiyaç yoktu.

Dedi ki, "Böyle kalabalık bir sınıfta iğne atsan işitilecek bir sessizlik olmasına inanamıyorum."

Dedim ki, "Öyle olmak zorunda, çünkü baskı yok. Öğrencilere gitmek isterlerse benden izin almalarına gerek olmadığını, çıkıp gidebileceklerini söyledim; içeri girmek istediklerinde de giriyorlar. İzin almalarına gerek olmuyor. Burada olup olmamaları beni ilgilendirmez. Ben ders vermekten zevk alıyorum. Ders vermeye devam edeceğim. Burada oturmak istiyorsan otur; aksi halde kaybol. Ama kimse gitmiyor."

Rektör yardımcısı şöyle dedi, "Bu her sınıfta olmalı. Ama ben senin gibi güçlü bir adam değilim; hükümete böyle olması gerektiğini söyleyemem."

BİR SEMİNERE ÇAĞRILDIM, PEK ÇOK ÜNİVERSİTENİN rektörleri ve rektör yardımcıları orada toplanmıştı. Okullarda, kolejlerde, üniversitelerde disiplin eksikliği hakkında endişeleniyorlardı, yeni neslin öğretmenlerine karşı saygısız tavrı hakkında endişeleniyorlardı.

Görüşlerini dinledim ve onlara şöyle dedim, "Bir yerlerde temelin eksik olduğunu görebiliyorum. Bir öğretmen doğal olarak saygı duyulan biridir, bu yüzden bir öğretmen sayg1 talep edemez. Bir öğretmen saygı talep ederse, yalnızca bir öğretmen olmadığını göstermiş olur; yanlış mesleği seçmişi buna yeteneği yoktur. Öğretmen, tanımı gereği saygı duyulan biridir. Ona saygı duymak zorunda olduğunuz için değil. Ona saygı duymak zorundaysanız, bu nasıl bir saygı olur ki? 'Saygı duymak zorunda olmak.' Tüm güzellik kaybolmuş, saygı canlı değil. Bir şey yapılmak zorundaysa, orada değildir. Oradayken, kimse bunu düşünmez. Yalnızca akıp gider. Bir öğretmen oradayken, basitçe akıp gider."

Bu yüzden dedim ki: "Öğrencilerden öğretmenlerine saygı duymalarını istemek yerine, lütfen bir daha bakın, yanlış öğretmenleri, öğretmen olmayanları seçiyor olmalısınız."

Öğretmenler doğuştan şair gibidirler, bu büyük bir sanattır. Herkes öğretmen olamaz, ama evrensel eğitim yüzünden milyonlarca öğretmene ihtiyaç vardır. Herkesin şiir öğrenmesi ve şiirin şairler tarafından öğretilmesi gerektiği bir toplumu düşünün. Milyonlarca şair gerekirdi. Elbette, o zaman şair eğitim kolejleri olurdu. O şairler sahte olurdu ve sonra derlerdi ki, "Bizi alkışlayın! Çünkü biz şairiz. Neden bize saygı göstermiyorsunuz?" Öğretmenlere bu oldu.

Geçmişte pek az öğretmen vardı. İnsanlar bir öğretmen bulmak için, onunla kalmak için binlerce kilometre yol gitmek zorunda kalırdı. Muazzam bir saygı vardı, ama saygı öğretmenin kalitesine bağlıydı. Müritten ya da öğrenciden talep edilmiyordu. Yalnızca oluyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder