ÖLÜMSÜZÜ ARARKEN

Soru: Bu yaşamın ötesinde herhangi bir biçimde yaşayacağınızı biliyor musunuz?

Yanıt: Herhangi bir biçimde değil. Biçim dışında yaşayacağım.

S: Sonsuza dek mi?

Y: Sonsuza dek. Ezelden beri buradayım ve ebediyete kadar burada olacağım.

S: Ölümün ötesinde bilinciniz olacak mı?

Y: Evet, çünkü ölümün bilinçle ilgisi yoktur.

S: Ölümün ötesinde kimliğiniz olacak mı?

Y: Kimlik olmayacak.

John McCall'a verdiği röportajdan

Seattle Post-Intelligencer



Doğu'da insanların ölüm deneyimlerini izleyegeldik. Nasıl öldüğün tüm yaşamını, nasıl yaşadığını yansıtır. Yalnızca ölümünü görsem tüm biyografini yazabilirim, çünkü o tek anda tüm yaşamın özetlenir. O tek anda, bir şimşek gibi, her şeyi gösterirsin.

Hüzünlü bir insan yumruklarını sıkarak ölür, hâlâ tutunarak, yapışarak, hâlâ ölmemeye çalışarak, hâlâ gevşememeye çalışarak... Sevgi dolu bir insan açık ellerle, paylaşarak ölür. Yaşamını paylaştığı gibi ölümünü de paylaşarak. Yüzünde yazılı olan her şeyi görebilirsin. Bu adam yaşamını tamamen uyanık mı, yoksa tetikte mi geçirmiş. Eğer öyleyse yüzünde bir ışık parlıyor olur; bedeninin çevresinde bir hale olur. Ona yaklaşırsın ve sessiz hissedersin. Üzüntülü değil sessiz. Hatta bir insan mutlu ölmüşse, yanında aniden kendini mutlu hissedersin.

Benim çocukluğumda oldu. Köyümde çok kutsal biri öldü. Ona belli bir bağlılık duyuyordum. Küçük bir tapınağın rahibi idi, çok fakir bir adamdı ve ben oradan geçerken -günde en az iki kez geçerdim; tapınağın yakınındaki okula giderken geçerdim- beni çağırır, bana hep biraz meyve ya da tatlı verirdi.

Öldüğü zaman onu görmeye giden tek çocuk ben oldum. Bütün kasaba toplanmıştı. Aniden olan şeye inanmadım, gülmeye başladım. Babam da oradaydı; utandığı için beni durdurmaya çalıştı. Ölüm, gülmek için uygun zaman değildir. Beni susturmaya çalıştı. Bana tekrar tekrar, "Sessiz dur!" dedi.

Ama o dürtüyü bir daha hiç hissetmedim. O zamandan bu yana hiç hissetmedim; daha önce hiç hissetmemiştim çok güzel bir şey olmuş gibi yüksek sesle gülme dürtüsünü. Kendimi tutamıyordum. Yüksek sesle güldüm, herkes kızdı, eve gönderildim ve babam bana şöyle dedi, "Bir daha asla ciddi bir yere gelmene izin verilmeyecek! Senin yüzünden ben bile utanç duyuyorum. Neden gülüyorsun? Orada ne oluyordu ki? Ölümde gülecek ne var? Herkes ağlıyordu ve sen güldün."

Ona şöyle dedim, "Bir şey oldu. O yaşlı adam bir şeyi serbest bıraktı ve o muazzam güzelliğe sahipti. Orgazmik bir ölüm oldu." Tam olarak bu sözleri kullanmadım, ama adamın mutlu öldüğünü hissettiğimi, onun kahkahasına katılmak istediğimi anlattım. O gülüyordu, enerjisi gülüyordu.

Deli olduğum sanıldı. Bir adam nasıl gülerek ölür? O zamandan bu yana ölümler izliyorum, ama o tür ölümü bir daha görmedim. Öldüğün zaman enerjini serbest bırakırsın ve o enerjiyle beraber, tüm yaşam deneyimini de serbest bırakmış olursun. Her ne olmuşsan -hüzünlü, mutlu, sevgi dolu, öfkeli, tutkulu, merhametli- her ne olmuşsan, o enerji tüm yaşamının titreşimlerini taşır. Bir aziz ölürken, yalnızca yakınında olmak bile büyük bir armağandır; onun enerjisine boğulmak büyük bir ilhamdır. Tamamen farklı bir boyuta taşınırsın. Enerjisi ile sarhoş olursun, sarhoş hissedersin. Ölüm eksiksiz tatmin olabilir, ama bu ancak hayat yaşanmışsa mümkündür.

ÇOCUKLUĞUMDA HER CENAZE ALAYINI TAKİP EDERDİM. Ebeveynlerim devamlı endişelenirdi: "Ölen adamı tanımıyorsun, hiçbir akrabalığın yok, dostluğun yok. Neden zahmet ediyorsun, zamanını harcıyorsun?" Çünkü Hint cenazeleri üç, dört, beş saat sürer.

İlk önce alay yürüyerek şehirden çıkar, ölü bedeni götürür, cenaze ateşinde yakarlar... Ve Hintlileri bilirsin, hiçbir şeyi hızlı ve etkin yapamazlar. Cenaze ateşi alev almaz, gönülsüz gönülsüz yanar ve adam yanmaz, herkes elinden geldiğince çabuk eve dönmek için her tür çabayı gösterir. Ama ölü insanlar da numaracıdır. Seni orada olabildiğince çok tutmak için uğraşırlar.

Ebeveynlerime şöyle dedim, "Bu birisi ile akrabalığının olması ile ilgili değil. Benim kesinlikle ölümle ilişkim var, bunu inkâr edemezsin. Kimin öldüğünün önemi yok. Bu benim için simgesel bir şey. Bir gün ben de öleceğim. İnsanların ölülere, ölülerin yaşayanlara nasıl davrandığını öğrenmem gerek; bunu yapmazsam nasıl öğrenebilirim?"

"Tuhaf savlar getiriyorsun." dediler.

"Ama" dedim, "Beni ölümün benimle ilişkili olmadığına, ölmeyeceğime ikna etmelisiniz. Beni buna ikna edebilirseniz gitmeyi bırakırım; aksi halde bırakın keşfedeyim." Bana ölmeyeceğimi söylemediler, bu yüzden şöyle dedim, "O zaman susun. Size gitmenizi söylemiyorum. Ve orada olan her şeyden keyif alıyorum."

Gözlediğim ilk şey kimsenin, orada bile ölüm hakkında konuşmadığı oldu. Cenaze ateşi birinin babasını, erkek kardeşini, amcasını, dostunu, düşmanını yakıyor: İnsanlarla pek çok açıdan ilişkisi var. Ölmüş ve hepsi önemsiz şeylerle ilgileniyorlar.

Filmlerden konuşurlardı, politika konuşurlardı, pazardan konuşurlardı. Her tür şeyden konuşurlardı, ölüm hariç. Küçük gruplar halinde toplanırlar, cenaze ateşinin çevresinde otururlardı. Bir gruptan diğerine giderdim: Kimse ölümden konuşmazdı. Kesin olarak bilirdim ki, yanan bedene bakmaktan kaçınmak için, kendilerini meşgul etmek için başka şeylerden konuşuyorlar, çünkü o onların da bedeniydi.

Birazcık anlayışları olsa, orada, cenaze ateşinin üzerinde kendilerinin yandığını görebilirlerdi, başka birinin değil. Bu yalnızca bir zaman sorunudur. Yarın o insanların arasından bir başkası cenaze ateşinin üzerinde olacaktır; ertesi gün bir başkası. Her gün cenaze ateşine bir başkası getirilir. Bir gün ben de cenaze ateşine götürüleceğim ve insanlar bana böyle davranacak. Son vedaları bu olacak: Fiyatların yükselmesinden, rupinin değerinin düşmesinden bahsedecekler, ölümün önünde. Ve hepsi sırtlarını cenaze ateşine verip oturacaklar.

Gelmek zorundaydılar, bu yüzden geliyorlardı, ama gelmeyi hiç istemiyorlardı. Bu yüzden, sırf sosyal kurallara uymuş olmak için, orada olduklarını göstermek için, orada yokken var olmak istiyorlar. Ve bunu da, öldüklerinde belediyenin kamyonu ile götürülmemek için yapıyorlar. Bu kadar insanın ölümüne katıldıkları için, doğal olarak başka insanlar da onları uğurlayacaktır. Neden orada olduklarını bilirler. Oradadırlar, çünkü cenaze ateşinin üzerinde kendileri varken insanların orada olmasını isterler.

Ama bu insanlar ne yapıyordu? Tanıdıklarıma sordum. Bazen öğretmenlerimden biri orada olur, aptalca şeylerden konuşurdu. Birinin bir başkasının karısı ile flört etmesinden. Dedim ki, "Bu birisinin karısından ve onun ne yaptığından konuşmanın zamanı mı? Ölen bu adamın karısını düşün. Kimse bunun için endişelenmiyor, kimse bundan bahsetmiyor.

Öleceğin zaman kendi karını düşün. Kiminle flört edecek? Ne yapacak? Bunun için ayarlamalar yaptın mı? Ve bu aptallığı göremiyor musun? Ölüm burada ve sen olası her şekilde ondan kaçınmaya çalışıyorsun." Ama tüm dinler bunu yapmıştır ve bu insanlar yalnızca belli dinlerin belli geleneklerini temsil ediyordu.

ANNEMİN BABASI BANA, DOĞDUĞUM ZAMAN O günlerin en ünlü astrologlarından birine danıştığını anlatırdı. Astrolog doğum haritamı yapacakmış, ama onu incelemiş ve şöyle demiş, "Eğer bu çocuk yedi yılın sonunda hayatta kalırsa, ancak o zaman haritayı yapabilirim. Yedi yıldan fazla hayatta kalması imkânsız görünüyor, bu yüzden çocuk ölecekse harita yapmak faydasız; bir işe yaramaz. Haritanın işe yarayacağından emin olmadıkça onu yapmamayı alışkanlık edindim."

Haritamı yapmadan öldü, bu yüzden onu oğlu hazırladı. Ama o da şaşırdı; dedi ki, "Bu çocuğun yirmi bir yaşında öleceği neredeyse kesin. Yedi yılda bir ölümle karşı karşıya kalacak." Bu yüzden annem ve babam, ailem hep benim ölmemden endişelendiler. Ne zaman yedi senelik devrenin sonuna gelsem korkarlardı. Ve adam haklıydı. Yedi yaşında hayatta kaldım, ama derin bir ölüm deneyimi yaşadım, annemin babasının ölümünü. Ve ona o kadar bağlanmıştım ki, onun ölümü kendi ölümüm gibi geldi bana.

Kendi çocuksu yolumla onun ölümünü taklit ettim. Üç gün yemek yemedim, su içmedim, çünkü bunu yapmanın ihanet olacağını hissediyordum. O benim parçamdı. Onun varlığı, sevgisi ile büyümüştüm.

O öldüğü zaman yemek yemenin ihanet olacağını hissettim. Yaşamak istemiyordum. Bu çocuksu bir davranış, ama bunun aracılığı ile çok derin bir şey oldu. Üç gün boyunca yattım; yataktan çıkmadım. Dedim ki, "Artık o öldüğüne göre ben de yaşamak istemiyorum." Hayatta kaldım, ama o üç gün bir ölüm deneyimi oldu. Bir açıdan öldüm ve fark ettim ki -sana nasıl anlatabilirim, o zamanlar yalnızca belirsiz bir deneyimdi- ölümün imkânsız olduğunu hissetmeye başladım. Bu bir histi. On dört yaşına geldiğimde ailem yine öleceğimden endişelenmeye başladı. Hayatta kaldım, ama yine bilinçli olarak denedim. Onlara dedim ki, "Eğer astrologun söylediği gibi ölüm olacaksa, hazırlıklı olmak en iyisi. Neden ölüme şans verelim ki? Neden gidip onu yarı yolda karşılamayayım? Öleceksem, bilinçli olarak ölmek en iyisi."

Böylece okuldan yedi günlük izin aldım. Müdüre gittim ve ona, "Öleceğim." dedim.

O dedi ki, "Neler saçmalıyorsun! İntihar mı edeceksin? Ne demek öleceğim?"

Ona astroloğun kehanetini, her yedi yılda bir ölümün karşıma çıkacağını anlattım. Ona dedim ki, "Ölümü beklemek için yedi gün herkesten uzaklaşacağım. Ölüm gelirse, bunu bilinçli olarak karşılamak en iyisi, böylece bir deneyim olur."

Köyün hemen dışındaki tapınağa gittim. Rahiple konuşarak, beni rahatsız etmemesini sağladım. Çok tenha, ziyaret edilmeyen bir tapınaktı, eskiydi ve yıkıntı halindeydi. Oraya kimse gelmiyordu. Bu yüzden ona şöyle dedim, "Tapınakta kalacağım. Bana günde bir kez yiyecek ve içecek bir şey ver. Bütün gün yatıp ölümü bekleyeceğim."

Yedi gün bekledim. O yedi gün çok güzel bir deneyim oldu. Ölüm gelmedi, ama ben ölmek için üzerime düşeni yaptım. Tuhaf, garip şeyler oldu. Çok şey oldu, ama en temeli şuydu: Öleceğini hissediyorsan, sessiz ve sakin oluyorsun. O zaman hiçbir şey endişe yaratmaz, çünkü tüm endişeler yaşamla ilgilidir. Yaşam tüm endişelerin temelidir. Her durumda bir gün öleceksen, neden endişelenesin ki?

Orada yatıyordum. Dördüncü veya beşinci günde tapınağa bir yılan girdi. Görüş alanımdaydı, yılanı görüyordum, ama korku yoktu. Aniden kendimi çok tuhaf hissettim. Korku yoktu, bu yüzden şöyle düşündüm, "Ölüm gelirken, bu yılan aracılığı ile geliyor olabilir, o zaman neden korkayım? Beklerim!"

Yılan üzerimden geçti ve gitti. Korku yok olmuştu. Ölümü kabullenirsen korku olmaz. Yaşama tutunursan, o zaman korku oradadır.

Defalarca çevreme sinekler geldi. Çevrede uçuyor, üzerimde, yüzümde yürüyordu. Bazen sinirleniyor, onları silkeleyip atmak istiyordum, ama sonra düşünüyordum, "Ne faydası var ki? Eninde sonunda öleceğim ve o zaman bedeni koruyacak kimse olmayacak. Bu yüzden bırak istediklerini yapsınlar."

Onların istediklerini yapmalarına izin vermeye karar verir vermez sinir yok oldu. Hâlâ bedenin üzerindeydiler, ama sanki benimle ilgileri yoktu. Başka birinin bedeninde hareket ediyor, yürüyormuş gibiydiler. O anda bir mesafe oluşmuştu. Ölümü kabul edersen, o mesafe yaratılır. Yaşam tüm endişeleri, sinirleri, her şeyiyle uzaklaşır. Bir açıdan öldüm, ama orada ölümsüz bir şey olduğunu anladım. Ölümü tamamen kabullenirsen, onun farkına varırsın.

Sonra ailem yirmi bir yaşımda ölmemi bekliyordu. Bu yüzden onlara şöyle dedim, "Neden bekleyip duruyorsunuz? Beklemeyin. Şimdi ölmeyeceğim."

Elbette bir gün fiziksel olarak öleceğim. Ama astrologun bu kehanetinin bana çok yardımı oldu, çünkü erken yaşlarımda ölümün farkına varmamı sağladı. Meditasyon yapabiliyor, gelmekte olanı kabullenebiliyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder