1939-1951: GADARWADA, MADHYA PRADESH, HİNDİSTAN

Dedemin ölümü, ölüm ile ilk karşılaşmam oldu. Evet, bir karşılaşma ve daha fazlası; yalnızca bir karşılaşma değil, aksi halde onun hakiki anlamını kaçırırdım. Ölümü gördüm ve üzerinde ölmek olmayan başka bir şey süzülüyor, bedenden kaçıyordu... Unsurlar. O karşılaşma tüm yaşam düzenimi belirledi. Bana bir yön, daha doğrusu daha önce bilmediğim bir boyut verdi.

Başka insanların ölümlerini duymuştum, ama yalnızca duymuştum. Görmemiştim ve görsem bile, benim için bir anlamları olmayacaktı. Sevdiğin birisi ölmediği sürece gerçekten ölümle karşılaşamazsın. Bunun altını çizelim.

Ölümle yalnızca sevdiğin biri öldüğünde karşılaşabilirsin.

Sevgi ve ölüm seni çevrelediğinde, sanki yeni bir varlık doğmuş gibi bir dönüşüm, muazzam bir değişim gerçekleşir. Bir daha asla aynı olamazsın. Ama insanlar sevmez ve sevmedikleri için ölümü benim yaşadığım gibi yaşayamazlar. Sevgi olmadan, ölüm sana varoluşun anahtarlarını vermez. Sevgi varken, sana var olan bütün anahtarları uzatır.

Benim ölüm deneyimim basit bir karşılaşma değildi. Çok açıdan karmaşıktı. Sevdiğim adam ölüyordu. Onu baba bilmiştim. Beni mutlak özgürlükle, yasaklar olmadan, baskı olmadan, emirler olmadan yetiştirmişti...

Özgürlük içinde sevgi. Ona sahipsen, kral ya da kraliçesin. Tanrı'nın gerçek krallığı budur; özgürlük içinde sevgi. Sevgi toprağa batırdığın kökleri, özgürlük ise kanat verir.

Dedem bana bunların her ikisini verdi. Bana sevgisini verdi, anneme, hatta anneanneme verdiğinden daha fazlasını; bana özgürlük verdi, ki en büyük armağan budur. Ölürken bana yüzüğünü verdi ve gözünde yaşlarla şöyle dedi, "Sana verecek başka hiçbir şeyim yok."

Dedim ki, "Nana, bana zaten en kıymetli armağanı verdin." Gözlerini açtı ve sordu, "O ne?"

Güldüm, "Unuttun mu? Bana sevgini ve özgürlük verdin. Hiçbir çocuğun senin bana verdiğin özgürlüğe sahip olduğunu sanmıyorum. Daha neye ihtiyaç duyabilirim ki? Bana daha fazla ne verebilirsin? Minnettarım. Huzur içinde ölebilirsin."

ÖLÜM İLE İLK KARŞILAŞMAM BÖYLE OLDU VE ÇOK güzel bir karşılaşmaydı. Öyle ya da böyle, dünyanın dört bir yanındaki çocukların yaşadığının aksine, hiçbir açıdan çirkin değildi. Neyse ki ölmekte olan dedemle saatler geçirdim ve o yavaş yavaş öldü. Yavaş yavaş, ölümün çevresinde gerçekleştiğini gördüm, içindeki büyük sessizliği gördüm.

Aynı zamanda, nani'm de orada olduğu için talihliyim. Belki o olmasa ölümün güzelliğini kaçırırdım, çünkü sevgi ve ölüm çok benzer, belki de aynı. Nani'm beni seviyordu. Sevgisini üzerime yağdırıyordu ve ölüm oradaydı, yavaş yavaş oluyordu. Bir öküz arabası -sesini hâlâ işitebiliyorum-tekerleklerinin taşların üzerinde takırdaması, durmaksızın öküzlere bağıran arabacı, onlara indirdiği kırbaçların sesi... Hepsini hâlâ duyabiliyorum. Deneyimlerimin içinde o kadar derine kök salmışlar ki, benim ölümümün bile onları silebileceğinden emin değilim. Hatta belki ölürken o öküz arabasının sesini yine duyarım.

Nani'm elimi tutuyordu ve ben sersemlemiş, o anda neler olduğunu anlamıyordum. Dedemin başı kucağımdaydı. Ellerimi göğsüne koydum ve nefesleri yavaş yavaş durdu. Artık nefes almadığını hissettiğim zaman anneanneme, "Üzgünüm, nani, ama artık nefes almıyor gibi görünüyor." dedim.

Dedi ki, "Bunda hiçbir sorun yok. Endişelenme. Yeterince yaşadı ve daha fazlasını istemeye gerek yok." Bana aynı zamanda şöyle dedi, "Unutma, çünkü bunlar unutulmaması gereken anlardır: Asla daha fazlasını isteme. Var olan yeterlidir."

İLK YEDİ SENE YAŞAMDAKİ EN DEĞERLİ SENELERDİR, o kadar çok fırsatı bir daha asla elde edemezsin. O yedi sene yetmiş seneni belirler, o yedi senede tüm temel taşlar yerleştirilir. Tuhaf bir tesadüf eseri anne ve babamdan kurtarılmıştım. Onlara geri döndüğüm zaman neredeyse kendime aittim, uçmaya hazırdım. Kanatlarım olduğunu biliyordum. Uçmak için başkasının yardımına ihtiyaç duymadığımı biliyordum. Gökyüzünün benim olduğunu biliyordum.

Onlardan hiç rehberlik istemedim ve ne zaman rehberlik edecek olsalar, hep payladım, "Bu küçük düşürücü. Bunu kendim beceremem mi sanıyorsunuz? Bana rehberlik ederken kötü niyetiniz olmadığını anlayabiliyorum, bunun için minnettarım, ama bir şeyi anlamıyorsunuz, ben bunu kendi başıma başarabilirim. Atılganlığımı kanıtlamak için bana bir şans verin. Karışmayın."

O yedi senede gerçekten güçlü, boyun eğmez bir bireyci oldum. Artık beni tökezletmek imkânsızdı.

Babamın dükkânı ailemin yaşadığı evin önündeydi. Hindistan'da böyle olur: Ev ve dükkân birliktedir, böylece kolayca idare edilebilir. Babamın dükkânından gözlerim kapalı geçerdim.

Bana sorardı, "Bu tuhaf. Ne zaman dükkândan eve, evden dükkâna geçsen..." -geçilecek üç buçuk metre bir mesafe vardı yalnızca- "...hep gözlerini kapatıyorsun. Nasıl bir ayin çalışıyorsun?"

Derdim ki, "Yalnızca bu dükkânın seni mahvettiği gibi beni de mahvetmemesine çalışıyorum. Onu görmeyi hiç istemiyorum; tamamen, kesinlikle ilgisizim." Ve şehirdeki en güzel kumaş dükkânlarından biriydi -en iyileri orada vardı- ama ben iki yanıma bakmıyordum, gözlerimi kapatıp geçiyordum.

Dedi ki, "Ama gözlerini açmanın zararı olmaz."

Dedim ki, "Asla bilemezsin, insanın dikkati dağılabilir. Ben hiçbir şeyin dikkatimi dağıtmasını istemiyorum."

Doğal olarak -en büyük oğlu bendim- ona yardım etmemi istiyordu. Eğitimimden sonra gelip dükkânın sorumluluğunu üstlenmemi istiyordu. O iyi idare ediyordu; dükkân yavaş yavaş büyük bir yer haline gelmişti. Dedi ki, "Elbette, başka kim idare edecek onu? Ben yaşlanacağım; sonsuza dek burada olmamı mı istiyorsun?"

Dedim ki, "Hayır, istemiyorum, ama emekli olabilirsin. Dükkânla ilgilenen erkek kardeşlerin var, aslında, aşırı ilgi gösteriyorlar, hatta dükkânı bana vermenden korkuyorlar. Onlara söyledim, 'Benden korkmayın; ben kimsenin rakibi değilim.' Bu dükkânı erkek kardeşlerine ver."

Ama Hindistan'da geleneklere göre her şey en büyük oğula miras kalır. Babam, dedemin en büyük oğluydu; her şey ona miras kaldı. Artık sahip olduğu her şeye benim göz kulak olmam gerekiyordu. Doğal olarak endişeleniyordu... Ama başka yolu yoktu. Bir şekilde benim ilgimi çekmek için olası her yolu denedi.

Bana derdi ki, "Doktor olsan bile bir ay boyunca benim bir günde kazandığımı kazanamazsın. Mühendis olursan, nasıl bir maaş alacaksın? Profesör olursan, senin profesörlerini tutabilirim, sorun olmaz. Ve işsiz kalan binlerce üniversite mezunu, master sahibi, profesör olduğunu biliyorsun."

İlk önce beni üniversiteye gitmemeye ikna etmeye çalıştı, çünkü bunun -uzaklara gitmenin- beni altı yıl boyunca kesinlikle özgür kılacağından korkuyordu. O zaman bana göz kulak olamazdı. Beni annemin ebeveynlerine bıraktığı yedi yıldan pişman olmuştu bile. Ona dedim ki, "Korkma. Çoktan olan bir şeyden korkuyorsun: Ben zaten mezun oldum! O yedi sene... Beni yozlaştırmak için hiçbir üniversiteye ihtiyaç yok; ben tamamen yozlaştım; senin elinde olmadan. Bu ikna yolları -maaşlar, saygı, para- hiçbirine değer vermiyorum. Doktor ya da mühendis olmayacağım, bu yüzden endişelenme. Aslında, tüm yaşamım boyunca serseri kalacağım."

Dedi ki, "Bu daha da kötü! Mühendis ya da doktor olsan daha iyi, ama serseri? Bu yeni bir meslek. Bu tür şeyleri düşünecek türden bir aklın var. Demek serseri olmak istiyorsun! Serseri olanlar bile onlara 'Serserisin' dediğin zaman kendilerini küçük düşmüş hissederler, ama sen kendi babana tüm yaşamın boyunca yalnızca bir serseri olmak istediğini söylüyorsun!"

Dedim ki, "Olacak olan bu."

O zaman, "O zaman neden üniversiteye gitmek istiyorsun?" diyecek oldu.

Dedim ki, "Ben eğitimli bir serseri olmak istiyorum, zayıflıktan doğan bir serseri değil. Yaşamımda zayıflıktan doğan hiçbir şey yapmak istemiyorum -başka bir şey olamadığım için serseri olmak- bu benim yolum değil. İlk önce dünyaya istediğim her şeyi olabileceğimi, ama yine de -güçlü olduğum için- serseri olmayı seçtiğimi kanıtlamak istiyorum. O zaman serseri olsan da saygı görürsün, çünkü saygıdeğerliğin yeteneklerinle, mesleğinle ilgisi yoktur; saygıdeğerlik güçle, açıklıkla, zekâyla hareket etmekle ilgilidir.

"Bu yüzden iyice anla, ben üniversiteye iyi bir iş bulmak için gitmiyorum. Ben böyle aptalca şeyleri yapmak için doğmadım ve o şeyleri yapacak çok kişi var. Ama çok kültürlü, sofistike, eğitimli bir serseriye çok ihtiyaç var, çünkü çevrede hiç göremiyorsun. Serseriler var, ama onlar üçüncü sınıf insan, onlar başarısız. Ben ilk önce kesinlikle başarılı olmak, sonra onca başarıya bir tekme sallayıp serseri olmak istiyorum."

Dedi ki, "Mantığını anlayamıyorum, ama serseri olmaya karar verdiysen, seni değiştirmenin yolu olmadığını biliyorum."

O yedi yıl... Bana tekrar tekrar hatırlattı, "Temel hatamız bu oldu. O zaman seni değerli bir şey yapmayı başarabilirdim, ama nanan ve nanin, o iki ihtiyar seni tamamen mahvetti."

Nana'mın ölümünden sonra nani'm köye bir daha asla dönmedi; kalbi o kadar çok kırılmıştı. Binlerce çifti çok yakından gördüm, çünkü Hindistan'da dolaşırken onca ailenin yanında kaldım, ama o iki yaşlı insanla karşılaştırılabilecek hiç kimseyi bulamadım: Onlar birbirlerini gerçekten seviyordu.

Nani'm babamın kasabasında kaldı, ama çok bağımsız bir kadındı. Büyük, birleşmiş aileden hoşlanmıyordu; babamın kardeşleri, karıları, çocukları, dev bir kervan gibiydi. Dedi ki, "Burası bana göre değil. Tüm hayatım boyunca kocamla, sessizlik içinde yaşadım. Sen yalnızca yedi sene oradaydın, bunun dışında pek konuşma da olmazdı, çünkü söyleyecek hiçbir şey yoktu. O şeylerin tamamını daha önce konuşmuştuk, bu yüzden söyleyecek hiçbir şey yoktu, sessizce otururduk." Dedi ki, "Yalnız yaşamak isterim." Bu yüzden, dedemle yaşadığı yerle benzerlikler bulabileceği, ırmağın yanında bir ev bulundu; bu kasabada göl yoktur, çok güzel bir ırmak vardır.

Tüm gün okula giderdim, kasabada gezinirdim ya da bin bir şey yapardım ve geceleyin hep nani'mle kalırdım. Defalarca dedi, "Annenle baban kötü hissediyor. Seni yedi yıl boyunca onlardan aldık, bunun için bizi affedemiyorlar. Seni aldığımız kadar temiz teslim etmemiz gerektiğini düşündük, sana hiçbir şey telkin etmedik. Öfkeliler; söylemiyorlar, ama ben hissedebiliyorum ve başka insanlardan seni bozduğumuzu işitiyorum. Ve şimdi baban, annen ve ailenle uyumuyorsun; her gece buraya geliyorsun. Seni bozmaya devam ettiğimizi düşünecekler. Yaşlı adam gitti, ama yaşlı kadın hâlâ burada."

Ona dedim ki, "Ama gelmezsem, sen gerçekten uyuyabilir misin? Her gece ben gelmeden ikinci yatağı kimin için hazırlıyorsun? Çünkü sana yarın geleceğimi söylemiyorum. Baştan beri yarın hakkında kararsız oldum, çünkü yarın ne olacağını kim bilebilir? Neden ikinci yatağı hazırlıyorsun? Yalnızca ikinci yatak da değil..."

Uzun süren bir alışkanlığım vardı, doktorum bir şekilde sona erdirmeyi başardı; bu iki, üç yılını aldı. Çocukluğumdan, hatırlayabildiğim ilk günlerden itibaren yatağa gitmeden önce tatlı yerdim; aksi halde uyuyamazdım. Bu yüzden anneannem yalnızca yatağımı hazırlamakla kalmaz, sevdiğim tatlıları da alırdı. Ve yiyebilmem için tatlıları yatağımın yanına koyardı. Gecenin ortasında, bir daha canım isterse tekrar yiyebileyim diye.

Ona sordum, "Bu tatlıları kimin için getiriyorsun? Sen yemiyorsun; nana öldüğünden beri ağzına tatlı koymadın." Nana'm tatlıyı çok severdi. Aslında, tatlı sevmeme o sebep oldu sanırım; o da yatmadan önce tatlı yerdi. Bu hiçbir Jaina ailesinde yapılmaz. Jainalar gece yemek yemezler; su, süt, herhangi bir şey içmezler. Ama dedem tek Jainanın kendisi olduğu bir köyde yaşıyordu, bu yüzden bu sorun değildi. Belki de alışkanlığı ondan aldım; o olmalı, yerken ona katılmam için beni çağırırdı. Ona katılmış olmalıyım ve yavaş yavaş bu düzenli bir şey oldu. Yedi yıl boyunca beni eğitti!

Bu yüzden iki sebepten dolayı kendi evime gidemiyordum. Bir sebep o tatlılardı; çünkü annemin evinde bu mümkün değildi: O kadar çok çocuk vardı ki, bir çocuğa izin verirsen, hepsi isteyecekti. Zaten dine karşıydı, isteyemezdin bile. Ama ben onlarsız uyuyamıyordum.

İkinci olarak, şöyle hissediyordum, "Nani'm kendini yalnız hissediyor olmalı. Burada, bu evde yalnız olmak güç, çok insan var, neredeyse pazar yeri gibi. Burada olmazsam kimse yokluğumu hissetmez." Kimse yokluğumu hissetmedi; yalnızca nani'm ile uyuduğumdan emin oldular ve başka sorun yoktu.

Bu yüzden, o yedi yılın ardından bile ebeveynlerimin etkisi altına girmedim. Baştan beri yalnızca kendime ait olmam yalnızca tesadüftü. Doğru ya da yanlış yapmak, önemli olan bu değildi, kendi başıma yapıyordum. Ve yavaş yavaş bu yaşam tarzım oldu, her konuda, örneğin giysiler konusunda.

Benim yaşadığım kasabada müslüman gibi giyinen tek gayrimüslim bendim. Babam derdi ki, "Dilediğini yapabilirsin, ama en azından bunu yapma, çünkü benim toplumun içinde yaşamam gerek, diğer çocukları düşünmem gerek. Hem, bu fikir kafana nereden girdi?"

Benim kasabamdaki Müslümanlar, Hindular'ın kullandığı dhoti yerine şalvar dedikleri pijamaya benzer bir şey kullanıyordu. Bu Afganistan ve Peştunistan'daki(1) -Himalayalar'ın yakınında, Himalayaların ötesindeki o uzak yerlerdeki- Peştunlar tarafından kullanılır. Ama güzel bir pijamadır, normal pijama gibi kötü dikilmez; bir sürü pilisi vardır. Gerçek bir şalvarın varsa, ondan on tane pijama yapabilirsin, o kadar çok pilisi vardır. Güzelliğini ona, hepsi toplandığı zaman, bu pililer verir. Ve ben Hindu kurthası değil, Peştun kurthası giyiyordum. Hindu kurthası kısadır ve kol yenleri bol değildir. Peştun kurmasının kol yenleri çok boldur ve kurtha çok uzundur; dizlerinin altına dek uzanır. Bir de Türk fesim vardı.

Babam bana şöyle derdi, "Zaten dükkâna kapalı gözlerle giriyor, kapalı gözlerle çıkıyorsun. Neden arka kapıyı kullanmıyorsun? Arka kapıdan girip, arka kapıdan çıkabilirsin; anahtarını alabilirsin, çünkü kimse arka kapıyı kullanmıyor. En azından seni gören her müşterinin, 'Kapalı gözlerle içeri giren Müslüman kim?' sorusunu yanıtlamaktan kurtuluruz. Bir de bu tuhaf fikirlerin var. Bizim bir kumaş dükkânımız var, her tür kumaş var orada, dilediğin tarza sahip olabilirsin, ama... Müslüman?"

Hindistan'da, Müslüman tarzı en kötü şey sayılır. Dedim ki, "İşte bu yüzden, çünkü siz insanlar Müslüman tarzının en kötüsü olduğunu düşünüyorsunuz. Hepinizi protesto ediyorum, Müslüman giysileri en iyisi. Ve görebiliyorsun; nereye gidersem gideyim yalnızca ben fark ediliyorum, başka kimse fark edilmiyor. Ne zaman sınıfa girsem fark ediliyorum; gittiğim her yerde hemen fark ediliyorum."

Ve giysileri kullanma tarzım... Gerçekten de zarif bir giysiydi ve bir de Türk fesi. Türk fesi uzundur ve yanından sarkan bir püskülü vardır; çok zengin Türkler kullanır onu. Ben çok küçüktüm, ama o elbisenin bana pek çok açıdan faydası oldu.

Gidip kasaba kaymakamı ile görüşürdüm ve kapıda duran adam bana bir bakış fırlatır, "İçeri gir!" derdi. O giysiyi görünce... Normalde benim gibi küçük bir çocuğun girmesine izin vermezdi, ama "Bu giysi ile bir şeyh ya da önemli biri olmalı." diye düşünürlerdi. Ve kaymakam bile giysimi görünce ayağa kalkardı. Çok saygın insanlar için "şeyh" sözcüğü kullanılır, ve o, "Şeyh, betye - Şeyh, lütfen otur." derdi.

Babama şöyle derdim, "Bu giysi bana çok açıdan faydalı oluyor. Geçen gün bakanı görmeye gittim ve o da benim zengin bir Arap ya da Pers ailesinden gelen bir şeyh olduğumu düşündü. Ve sen bu giysiyi giymeyi bırakmamı ve kimsenin fark etmeyeceği bir dhoti(2) ve kurtha(3) giymemi istiyorsun, öyle mi?"

Üniversiteye kaydolana kadar o şekilde giyinmeye devam ettim. Beni engellemek için çok uğraştılar, ama ne kadar çok uğraştılarsa... dedim ki, "Uğraşmayı bırakırsanız belki ben de bırakırım; siz uğraşmaya devam ederken, bunu bırakacak son insan ben olurum."

Bir gün babam bütün şalvarlarımı ve kurthalarımı, üç Türk fesimi bir bohçaya koydu, bodruma indi ve bozuk, kullanılmayan şeylerin yanında bir yere koydu. Hiçbir şey bulamadım, bu yüzden banyodan çıktığımda çırılçıplak, gözlerim kapalı dükkâna girdim. Ben dışarı çıkarken babam, "Dur! Geri dön. Giysilerini giy." dedi.

Dedim ki, "Her neredeyseler, getir onları." Dedi ki, "Bunu yapacağın hiç aklıma gelmedi. Çevrene bakacağını, giysileri arayacağını ve bulamayacağını düşündüm, çünkü onları bulamayacağın bir yere koydum. Sonra doğal olarak giymen gereken normal giysileri giyecektin. Bunu yapacağın hiç aklıma gelmedi!"

Dedim ki, "Ben doğrudan eyleme geçerim. Gereksiz konuşmalara inanmam."

Kimseye giysilerimin nerede olduğunu sormamıştım bile. Neden soracaktım ki? Çıplaklığım da aynı amaca hizmet edecekti. Babam dedi ki, "Giysileri alabilirsin, bir daha kimse seni bu konuda rahatsız etmeyecek. Ama lütfen, çıplak gezmeye başlama, çünkü bu -bir kumaş tüccarının oğlunun giyecek giysisinin olmaması- daha fazla sorun yaratır. Kötü bir ün kazandın ve bize de kötü ün kazandıracaksın: 'Zavallı çocuğa bakın!' Herkes sana giysi vermediğimizi düşünecek."

Böyle devam etti. Zekâmı keskinleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmadım. Her olası fırsatı zekâmı, bireyselliğimi keskinleştirmek için kullandım. Artık, resmin bütününe baktığında anlayabilirsin, ama parçalarda... Elbette benimle ilişki kuran insanlar ne tür bir adam olduğumu anlayamıyordu -deli miydim, çılgın mıydım- ama ben çok yöntemli hareket ediyordum.

BABAMA, "HAYIR!" DEDİM. BU İLKOKULA GİRMEDEN önceki ilk sözcüğümdü. Babama, "Hayır, bu kapıdan girmek istemiyorum. Bu bir okul değil, bir zindan." dedim. O kapının kendisi, binanın rengi... Tuhaftır, özellikle Hindistan'da hapishaneler ve okullar aynı renge boyanır ve ikisi de kırmızı tuğladan yapılır. Bir binanın okul mu, hapishane mi olduğu anlamak zordur. Belki bir zamanlar eşek şakasından hoşlanan biri bir numara yapmış, ama mükemmel bir şekilde yapmış.

Dedim ki, "Bu okula bir bak, sen buna okul mu diyorsun? Şu kapıya bak! Ve beni en az dört yıllığına buraya girmeye zorluyorsun."

Babam dedi ki, "Hep korktum ki..." ve kapıda, elbette dışarıda duruyorduk, çünkü henüz beni içeri sokmasına izin vermemiştim. Devam etti, "... Hep dedenin ve özellikle bu kadının, anneannenin seni bozacağından korktum."

Dedim ki, "Korkmakta haklıymışsın, ama olan oldu ve kimse artık onu geri alamaz, bu yüzden lütfen eve gidelim."

Babam dedi ki, "Ne? Eğitim görmen gerek."

Dedim ki, "Bu nasıl bir başlangıç? Evet ya da hayır deme özgürlüğüm bile yok. Sen buna eğitim mi diyorsun? Ama istiyorsan, lütfen bana sorma: İşte elim, beni içeri sürükle. En azından bu çirkin kuruma kendi kendine girmeme tatminini yaşamış olurum. Lütfen, en azından bana bu iyiliği yap."

Elbette babam çok kızdı, bu yüzden beni içeri sürükledi. Basit bir adam olsa da, bunun doğru olmadığını hemen anladı. Bana dedi ki, "Ben senin babanım, ama seni içeri sürüklemek doğru gelmiyor."

Dedim ki, "Hiç suçlu hissetme. Yaptığın kesinlikle doğru, çünkü biri beni içeri sürüklemediği sürece kendi kararımla girmeyeceğim. Kararım, 'hayır.' Sen kendi kararını bana dayatabilirsin, çünkü yiyecek, giyecek, barınak ve her şey için sana bağımlıyım. Doğal olarak ayrıcalıklı konumdasın."

Okula girmek yeni bir yaşamın başlangıcıydı. Yıllarca vahşi bir hayvan gibi yaşamıştım. Evet, vahşi bir insan diyemiyorum, çünkü vahşi insan yoktur.

İnsan yalnızca arada bir vahşi bir insan olur. Ben şimdi öyleyim; Buda öyleydi, Zerdüşt(4) öyleydi, İsa öyleydi, ama o zamanlar yıllarca vahşi bir hayvan gibi yaşamış olduğumu söylemek kesinlikle doğruydu.

Asla okula gönüllü olarak gitmedim. Ve içeri sürüklendiğim, asla kendi başıma, gönüllü olarak gitmediğim için mutluyum. Okul gerçekten çirkindi. Tüm okullar çirkindir. Aslında, çocukların öğrenebileceği bir durum yaratmak iyidir, ama onları eğitmek iyi değildir. Eğitim çirkin olmaya yazgılıdır.

Peki, okulda ilk gördüğüm şey ne oldu? İlk şey, sınıf öğretmenim ile karşılaşmam oldu. Güzel ve çirkin insanlar gördüm, ama öyle bir şeyi bir daha hiç görmedim! O ustaydı ve bana öğretecekti. Adama bakamıyordum bile. Tanrı yüzünü büyük bir acele içindeyken yaratmış olmalıydı. Belki sidik torbası doluydu ve işini bitirmek için bu adamı yarattı ve tuvalete koştu. Ne adam yaratmıştı ama! Tek bir gözü ve çarpık bir burnu vardı. O tek göz yeterliydi, ama çarpık burun yüzündeki çirkinliğe gerçekten katkıda bulunuyordu. Ve dev gibiydi! En az yüz seksen kilo olmalıydı.

İlk ustam oydu. Öğretmen demek istemiyorum, çünkü Hindistan'da okul öğretmenlerine "usta" denir. Şimdi bile o adamı görsem kesinlikle titremeye başlarım. Hiç de adam gibi değildi; bir attı!

O ilk öğretmen, gerçek adını bilmiyorum ve okuldaki başka kimse de bilmiyordu, özellikle de çocuklar; ona Kantar Usta diyorlardı. Kantar, "tek gözlü" anlamına gelir; bu çocuklar için yeterliydi ve aynı zamanda adam için bir kınamaydı. Hintçe'de kantar yalnızca "tek gözlü" anlamına gelmez, aynı zamanda küfür olarak da kullanılır. O şekilde tercüme edilemez, çünkü tercümede nüans kaybolur. Bu yüzden hepimiz onun önünde Kantar Usta ve orada değilken yalnızca Kantar -tek gözlü adam- diyorduk.

Adamın yalnızca yüzü çirkin değildi; yaptığı her şey çirkindi. Ve elbette ilk günümde bir şey olmak zorundaydı. Çocukları merhametsizce cezalandırırdı. Çocuklara böyle şeyler yapan bir başkasını ne gördüm, ne duydum.

Aritmetik dersi veriyordu. Ben biraz biliyordum, çünkü anneannem bana evde ders verirdi; özellikle de dil ve aritmetik. Bu yüzden pencereden dışarı, güneş altında parlayan güzelim Hint inciri ağacına bakıyordum. Güneş altında o kadar güzel parlayan başka ağaç yoktur, çünkü ağacın her yaprağı ayrı ayrı dans eder ve tüm ağaç sanki bir koro olur, binlerce ışıltılı dansçı ve şarkıcı bir arada, ama aynı zamanda bağımsız. Yaprakları esintide dans eden ağaca bakıyordum ve güneş her yaprağın üzerinde parlıyor, yüzlerce papağan bir daldan diğerine atlıyor, sebepsiz yere zevk duyuyorlardı. Heyhat, onların okula gitmesi gerekmiyordu.

Ben pencereden dışarı bakarken Kantar Usta üzerime atladı.

Dedi ki, "Her şeyi baştan yoluna koymak en iyisidir."

Dedim ki, "Bu konuda kesinlikle aynı fikirdeyim. Ben de her şeyi baştan, olması gerektiği gibi yoluna koymak istiyorum."

Dedi ki, "Neden ben aritmetik dersi verirken pencereden dışarı bakıyorsun?"

Dedim ki, "Aritmetik işitilir, görülmez. Senin güzel suratını görmek zorunda değilim, bundan kaçınmak için pencereden dışarı bakıyordum. Aritmetik söz konusu olduğunda, bana sorabilirsin; dinledim ve biliyorum."

Bana sordu ve bu uzun bir sorunun başlangıcı oldu, benim için değil, onun için. Sorun şuydu ki, doğru yanıtlar verdim. Buna inanamadı ve dedi ki, "Doğru da yanıtlasan yanlış da, seni cezalandıracağım, çünkü öğretmen ders verirken pencereden dışarı bakmak doğru değildir."

Beni önüne çağırdı. Masasından bir kurşun kalem kutusu çıkardı. O ünlü kurşun kalemleri duymuştum. O kurşun kalemleri parmak aralarına koyar, sonra ellerini sıkarak küçük çocuklara, "Biraz daha ister misin? Daha ister misin?" diye sorardı!

Kurşun kalemlere baktım ve dedim ki, "Bu kurşun kalemleri duydum, ama onları parmak aralarıma koymadan önce bil, bu sana pahalıya, hatta belki işine mal olacak."

Kahkaha attı. Bir kâbustaki canavarın kahkahası gibi olduğunu söyleyebilirim sana. "Beni kim engelleyebilir?" dedi.

"Konu o değil." dedim. "Sormak istiyorum: Aritmetik dersi verilirken pencereden dışarı bakmak yasadışı mı? Ve öğretilen konu ile ilgili soruları yanıtlayabiliyorsam ve dersi sözcük sözcük tekrarlayabiliyorsam, o zaman pencereden dışarı bakmak herhangi bir açıdan yanlış mı? O zaman neden bu sınıfa pencere yapılmış? Hangi amaç için? Çünkü tüm gün birisi bir şeyler öğretiyor ve geceleyin, ondan dışarı bakacak kimse yokken bir pencereye niye ihtiyaç olsun?"

"Sen baş belasının birisin." dedi.

"Bu kesinlikle doğru." dedim. "Ve sorunu doğru yanıtlamışken beni cezalandırmanın yasal olup olmadığını öğrenmek için müdüre gidiyorum."

Biraz yumuşadı. Şaşırdım, çünkü herhangi bir şekilde bastırılacak bir adam olmadığını duymuştum.

O zaman, "Ve sonra bu okulu yöneten belediye kuruluna gidiyorum. Yarın bir polis memuru ile geleceğim, böylece burada ne tür şeyler yaptığını kendi gözleri ile görecek."

Titremeye başladı. Diğerleri göremiyordu, ama ben başka insanların kaçırdığı bu tür şeyleri görebilirim. Duvarları göremeyebilirim, ama küçük, neredeyse mikroskopik şeyleri kaçırmam. Ona söyledim, "Titriyorsun, ama bunu itiraf etmezsin. Ama göreceğiz. İlk önce müdüre gideceğim."

Gittim ve müdür dedi ki, "Bu adamın çocuklara işkence ettiğini biliyorum. Bu yasal değil, ama bu konuda hiçbir şey söyleyemem, çünkü o kasabadaki en yaşlı okul öğretmeni ve neredeyse herkesin babası ya da dedesi en az bir kez onun öğrencisi olmuş. Bu yüzden kimse ona karşı parmağını bile kaldıramıyor."

'Umurumda değil." dedim. "Benim babam ve dedem de onun öğrencisi olmuş. Babam ya da dedem umurumda değil; aslında ben gerçekten o aileye ait değilim. Onlardan uzak yaşıyordum. Burada yabancıyım."

Müdür dedi ki, "Yabancı olduğunu hemen anladım, ama oğlum, başını gereksiz yere derde sokma. Sana eziyet eder "'

"Kolay değil." dedim. "Bu her tür eziyete karşı mücadelemin başlangıcı olsun. Savaşacağım."

Ve masasına yumruğumu -elbette yalnızca küçük bir çocuk yumruğu- indirdim ve ona şöyle dedim, "Ne eğitim, ne başka bir şey umurumda; özgürlüğüme dikkat etmeliyim. Kimse gereksiz yere beni taciz edemez. Bana eğitim kanununu göstermelisin. Okuma bilmiyorum ve tüm soruları doğru yanıtlayabilirken pencereden dışarı bakmanın yasadışı olup olmadığını sen bana göstermelisin."

Dedi ki, "Eğer doğru yanıt veriyorsan, nereye baktığın önemli değil."

"Benimle gel." dedim.

Eğitim kanunuyla, hep taşıdığı eski bir kitapla geldi. Onu herhangi birinin okuduğunu sanmıyorum. Müdür Kantar Usta'ya şöyle dedi, "Bu çocuğu taciz etmemen daha iyi, çünkü bu sana pahalıya patlayabilir. Kolay pes etmiyor."

Ama Kantar Usta o tür adamlardan değildi. Korktuğu zaman daha saldırgan, daha şiddet dolu oluyordu. Dedi ki, "Bu çocuğa gününü göstereceğim; sen endişelenme. Hem, kanun kimin umurunda? Tüm yaşamım boyunca burada öğretmenlik yaptım ve kanunu bana bu çocuk mu öğretecek?"

Dedim ki, "Yarın ya ben bu binaya gireceğim, ya da sen, ama ikimiz birlikte burada var olamayız. Yarına kadar bekle."

Eve koştum ve babama anlattım. Dedi ki, "Ben de seni okula sırf başkalarının başına, kendi başına bela açman ve beni de içine çekmen için mi gönderdim diye endişeleniyordum."

Dedim ki, "Hayır, ben yalnızca bildiriyorum, böylece daha sonra sana anlatmadığımı söylemezsin."

Polis memuruna gittim. Harika bir adamdı; bir polisin bu kadar iyi olmasını beklememiştim. Dedi ki, "Bu adamı duydum. Aslında, benim oğluma da eziyet etti. Ama kimse şikâyet etmedi. Eziyet etmek yasadışıdır, ama şikâyet etmediğin sürece hiçbir şey yapılamaz ve ben kendim şikâyet edemem, çünkü çocuğumu sınıfta bırakabilir diye korkarım. Bu yüzden eziyet etmeye devam etmesine izin vermek daha iyi. Yalnızca birkaç ay var, sonra çocuğum bir başka sınıfa gidecek."

Dedim ki, "Ben şikâyet etmek için geldim ve başka bir sınıfa gitmek konusunda endişelenmiyorum. Tüm hayatım boyunca bu sınıfta kalmaya hazırım."

Bana baktı, sırtımı okşadı ve dedi ki, "Yaptığın şeyi takdir ediyorum. Yarın geleceğim."

Sonra belediye kurulunun başkanına koştum ve adam inek pisliği çıktı. Bana dedi ki, "Biliyorum. Bu konuda hiçbir şey yapılamaz. Bununla yaşamalı, tahammül etmeyi öğrenmelisin."

Ona şöyle dedim ve sözlerimi çok iyi hatırlıyorum, "Benim vicdanıma yanlış gelen hiçbir şeye tahammül etmeyeceğim."

Dedi ki, "Eğer durum buysa, bunu ele alamam. Başkan yardımcısına git, belki o daha fazla yardım eder." Ve bunun için o inek pisliğine teşekkür etmeliyim, çünkü o köyün başkan yardımcısı, Shambhu Dube, benim deneyimlerime göre tüm köydeki en kıymetli adam çıktı. Kapısını vurduğum zaman -yalnızca sekiz, dokuz yaşındaydım ve o, başkan yardımcısıydı- seslendi: "Evet, içeri gir." Bir beyefendi görmeyi bekliyordu ve beni görünce biraz utanmış göründü.

Dedim ki, "Daha büyük olmadığım için özür dilerim, lütfen beni affet. Dahası, hiç eğitim görmedim, ama bu adam, Kantar Usta hakkında şikâyetim var."

Hikâyemi -bu adamın birinci sınıftaki küçük çocuklara, parmaklarının arasına kalem koyup sıkarak eziyet ettiğini, tırnaklarının altına batırdığı iğneleri olduğunu- duyduğu zaman inanamadı.

Dedi ki, "Söylentiler duymuştum, ama neden kimse şikâyet etmedi?"

Dedim ki, "İnsanlar çocuklarının daha fazla eziyet görmesinden korkuyor?"

Dedi ki, "Sen korkmuyor musun?"

Dedim ki, "Hayır, çünkü ben sınıfta kalmaya hazırım. Yapabileceği tek şey bu." Sınıfta kalmaya hazır olduğumu, başarılı olmak konusunda ısrarlı olmadığımı, ama sonuna dek mücadele edeceğimi söyledim: "Ya bu adam, ya da ben. İkimiz aynı binada olamayız."

Shambhu Dube beni yanına çağırdı. Elimi tutarak şöyle dedi: "Asi insanları hep sevdim, ama senin yaşında bir çocuğun asi olabileceğini hiç düşünmemiştim. Seni tebrik ediyorum."

Dost olduk ve bu dostluk o ölene kadar sürdü. O köyün yirmi bin nüfusu vardı, ama Hindistan'da yine de köy sayılıyordu. Hindistan'da, bir kasabada yüz bin kişi olmadığı sürece orası kasaba sayılmaz. Beş yüz binden fazla insan olduğunda, şehir sayılır. Tüm yaşamım boyunca o köyde Shambhu Dube'un ayarında, kalitesinde ve yeteneğinde başka insan görmedim. Bana sorarsan, abartılı gelecek, ama aslında tüm Hindistan'da bir başka Shambhu Dube bulamadım. O çok nadir adamlardandı.

Ben Hindistan'ın dört köşesine yolculuk ederken, o aylarca benim gidip bir günlüğüne köyü ziyaret etmemi beklerdi. Trenim köyden geçerken beni görmeye gelen tek kişiydi. Elbette babamı ve annemi saymıyorum; onlar gelmek zorundaydı. Ama Shambhu Dube akrabam değildi; yalnızca beni seviyordu. Ve bu sevgi o görüşmede, Kantar Usta'yı şikâyet etmeye gittiğim o gün başladı.

Shambhu Dube belediye kurulunun başkan yardımcısıydı ve bana şöyle dedi, "Endişelenme. O adam cezalandırılmalı; aslında, hizmet süresi sona erdi. Uzatma için başvurdu, ama ona bu hakkı vermeyeceğiz. Yarından sonra onu bir daha o okulda görmeyeceksin."

"Söz mü?" dedim.

Göz göze geldik. Kahkaha attı ve, "Evet, söz." dedi.

Ertesi gün Kantar Usta yoktu. Ondan sonra bir daha bana bakamadı. Onunla iletişim kurmaya çalıştım, hoşçakal demek için defalarca kapısını çaldım, ama adam gerçekten de korkaktı, aslan kürküne bürünmüş bir koyundu. Ama okuldaki o ilk gün çok, pek çok şeyin başlangıcı oldu...

BABAMIN BANA ÖĞRETTİĞİ İLK -VE TEK- ŞEY KASABANIN yanından akan küçük ırmağı sevmek oldu. Bana şunu öğretti; ırmakta yüzmeyi. Bana öğrettiği tek şey bu oldu, ama ona büyük minnet duyuyorum, çünkü bu yaşamıma pek çok değişiklik getirdi. Tıpkı Siddhartha gibi, ırmağa âşık oldum.

Her gün en az dört, beş saatimi ırmakta geçiriyordum. Sabahın üçünden itibaren ırmakta olurdum; gökyüzü yıldızlarla dolu olurdu ve suda yansırdı. Ve o çok güzel bir ırmaktır; suyu o kadar tatlıdır ki, insanlar ona Shakkar adını vermişler, shakkar "şeker" anlamına gelir. Bu çok güzel bir olgudur.

Onu gecenin karanlığında, yıldızlarla, okyanusa doğru yatağında dans ederken gördüm. Onu doğan güneş ile gördüm. Onu dolunayla gördüm. Onu günbatımı ile gördüm. Onu kıyısında yalnız ya da arkadaşlarla otururken, flüt çalarken, kıyısında dans ederken, meditasyon yaparken, kürek çekerken ya da kıyıdan kıyıya yüzerken gördüm. Yağmurlarda, kışın, yazın...

Hermann Hesse'nin Siddhartha'sını ve ırmak ile deneyimini anlayabiliyorum. Bana da oldu: Çok şey ortaya çıktı, çünkü yavaş yavaş tüm varoluş benim için bir ırmak oldu. Katılığını yitirdi; sıvı, akışkan oldu.

Babama büyük minnet duyuyorum. Bana hiç matematik, dil bilgisi, coğrafya, tarih öğretmedi. Eğitimim ile çok fazla ilgili olmadı. On çocuğu daha vardı... Defalarca insanlar, "Oğlun hangi sınıfta?" diye sordu. Babam hep birine sormak zorunda kaldı, çünkü bilmiyordu. Başka türden eğitimlerle hiç ilgilenmedi. Bana verdiği tek eğitim, ırmak ile anlaşma oldu. Kendisi de o ırmağa derinden âşıktı.

Akan, hareket eden şeylere âşık olduğunda, yaşam hakkında farklı bir vizyonun olur. Çağdaş insan asfalt yollarda, çimento ve beton binalarda yaşar. Bunlar isimlerdir, unutma, fiil değil. Gökdelenler büyümeye devam etmez; yollar, dolunaylı bir gecede de, kapkaranlık bir gecede de, oldukları yerde kalır. Asfalt yol için fark etmez, çimento ve beton binalar için fark etmez.

İnsan bir isimler dünyası yaratmış ve kendi dünyasına kapalı kalmıştır. Ağaçların, ırmakların, dağların ve yıldızların dünyasını unutmuştur. Onlar isim nedir bilmezler, isimleri duymamışlardır; onlar yalnızca fiil bilir. Her şey bir süreçtir. Tanrı bir nesne değil, bir süreçtir.

BENİM KASABAMDA YALNIZCA TEK BİR KİLİSE VARDI. Pek az Hıristiyan vardı, belki dört, beş aile... Kiliseyi ziyaret edip de tek Hıristiyan olmayan kişi bendim. Ama bu özel bir şey değildi; ben camileri, gurudwarayı(5), Hindu tapınaklarını, Jaina tapınaklarını da ziyaret ederdim. Daima, her şeyin bana ait olduğu fikrine sahip oldum. Hiçbir kiliseye, hiçbir tapınağa ait değilim, ama yeryüzü üzerinde var olan her tapınak, her kilise bana ait.

Hıristiyan olmayan bir oğlanın her pazar geldiğini gören rahip bana ilgi duydu. Bana "Çok ilgili görünüyorsun. Aslında, tüm cemaatim içinde -o kadar küçük bir cemaat ki- en ilgili olan sensin gibi. Diğerleri uyuyor, horluyor, ama sen çok dikkatlisin, her şeyi dinliyor, izliyorsun. İsa Mesih gibi olmak ister misin?" dedi ve bana İsa Mesih'i gösterdi, elbette haçta asılıydı.

Dedim ki, "Hayır, kesinlikle hayır! Çarmıha gerilmek istemiyorum. Ve çarmıha gerilmiş bir adamda yanlış olan bir şey olmalı; aksi halde neden çarmıha gerilsin? Tüm ülkesi, halkı onu çarmıha germeye karar vermişse, o zaman o adamda yanlış olan bir şey olmalı. Belki iyi bir adamdır, ama bir şey çarmıha gerilmesine sebep olmuş olmalı. Belki de intihar içgüdüsü vardı.

İntihar içgüdüsü olan insanlar genelde intihar edecek kadar cesur değillerdir, ama başkalarının onları öldürmesine sebep olurlar. Ve sonra asla intihar içgüdüleri olduğunu, seni onu öldürmeye zorladığını, böylece sorumluluğu senin üstlendiğini anlayamazsın."

Dedim ki, "Benim intihar içgüdüm yok. Belki intihara eğilimli değildi, ama bir tür mazoşist olduğu kesin. Sırf yüzüne bakınca bile -çok resmini gördüm- onu çok mutsuz, ölümcül derecede mutsuz görüyorum. Bir aynanın önünde durup onun kadar mutsuz görünmeye çalıştım, ama başaramadım. Çok uğraştım, taklit bile edemiyorum; nasıl İsa Mesih olabilirim? Bu imkânsız görünüyor. Ve neden İsa Mesih olayım ki?"

Adam şok geçirdi. "İsa'ya ilgi duyduğunu sanmıştım." dedi.

Dedim ki, "Kesinlikle ilgi duyuyorum, senden daha fazla ilgi duyuyorum, çünkü sen yalnızca maaşlı bir vaizsin. Üç ay maaşını almazsan gidersin ve tüm öğretilerin yok olur." Ve sonunda olan bu oldu, çünkü o Hıristiyan aileler kasabanın daimi sakinlerinden değildi, hepsi demiryolu işçileriydi, bu yüzden sonunda tayin oldular. Adam onların yaptığı küçük kilisede yalnız kaldı. Artık ona para verecek, onu geçindirecek kimse yoktu, benden başka onu dinleyecek kimse de... Pazar günleri şöyle derdi, "Sevgili Dostlarım..." Ben, "Dur!" derdim. "Çoğul konuşma. Burada dostların yok, 'sevgili dostum' yeterli. Sanki konuşan iki âşık gibi; bu bir cemaat değil. Oturabilirsin; orada kimse yok. Güzel güzel sohbet ederiz. Neden boş yere bir saat boyunca ayakta durasın, bağırasın ve...?"

Ve böyle oldu. Üç ay sonra gitti, çünkü ona para ödemezsen... İsa, "İnsan yalnızca ekmekle yaşayamaz." der, ama insan ekmeksiz de yaşayamaz. Ekmeğe ihtiyacı vardır. Yeterli olmayabilir, daha pek çok şeye ihtiyaç duyar, ama pek çok şey daha sonra gelir; ilk önce ekmek gelir. İnsan kesinlikle yalnızca ekmekle yaşayabilir. Pek önemli bir insan olamaz, ama kim önemlidir ki? Ama kimse ekmeksiz yaşayamaz, İsa bile.

Camiye gidiyordum, bana izin veriyorlardı. Hıristiyanlar, Müslümanlar; bunlar döndürücü dinlerdir; başka sürülerden insanların kendi sürülerine gelmesini isterler. Beni orada görmekten çok mutlu oluyorlardı, ama onlar da aynı soruyu soruyorlardı: "Hazreti Muhammet gibi olmak ister misin?" Kimsenin benim kendim gibi olmam ile, kendim olmama yardım etmekle ilgilenmediğini öğrenmek beni şaşırttı.

Herkes bir başkası, bir ideal, onların ideali ile ilgileniyordu ve benim de onların karbon kopyası olmam gerekiyordu, öyle mi? Tanrı bana kimseye benzemeyen bir yüz vermemiş miydi? Ödünç aldığım bir yüzle, bir maskeyle ve kendime ait bir yüzüm olmadığını bilerek yaşamam gerekiyordu, öyle mi? O zaman yaşam nasıl bir eğlence olabilir? Yüzün bile seninki değil.

Eğer kendin değilsen, nasıl mutlu olabilirsin?

Tüm varoluş mutluluk doludur, çünkü kaya kayadır, ağaç ağaçtır, ırmak ırmaktır, okyanus okyanustur. Kimse başka birisi olmaya zahmet etmez; aksi halde hepsi delirir. Ve adama olan da bu oldu.

Çocukluğundan itibaren kendin olmaman öğretilir sana, ama çok zekice, çok kurnazca söylenir. Derler ki, "Krişna gibi, Buda gibi olmalısın." Buda ve Krişna'yı öyle tasvir ederler ki, içinde bir Buda, bir İsa, bir Krişna olmak için büyük bir arzu yükselir. Bu arzu mutsuzluğunun kaynağıdır.

Bana da sana söylenen şeyler söylendi, ama ben çocukluğumdan itibaren, sonuç ne olursa olsun kendimden sapmamayı amaç edindim. Doğru ya da yanlış, kendim olarak kalacağım. Sonunda cehenneme gitsem de, en azından kendi yaşamımı yaşama tatminini hissedeceğim. Cehenneme gidersem gideyim. Başkalarının tavsiyelerini, ideallerini, ilmini izleyerek cennette olsam bile, orada mutlu olamam, çünkü kendi irademe karşı çıkmış olacağım.

Anlatmak istediğimi anlamaya çalış. Bir şey iradenle çelişiyorsa, cennetteyken bile cehennemde sayılırsın. Ama kendi benliğinin doğal yolunu takip edersen, cehennemdeyken bile cennette olursun.

Cennet, gerçek benliğinin çiçeklendiği yerdir.

Cehennem, ezildiğin, başka bir şeye zorlandığın yerdir.

DOĞU'NUN HER YERİNDE OLDUĞU GİBİ, BENİM KÖYÜMDE de her sene Ram-Leela oynanırdı, yani Rama'nın hayatı. Ravana, yani Rama'nın karısını kaçıran, Rama'nın düşmanını oynayan adam büyük bir güreşçiydi. Bölge şampiyonuydu ve bir sonraki sene eyalet şampiyonasına katılacaktı. Sabahleyin hemen hemen aynı zamanda ırmakta yıkanırdık, böylece dost olduk. Ona dedim ki, "Her sene Ravana oluyorsun ve her sene aldatılıyorsun. Sita ile, Janaka'nın kızı ile evlenmek için Shiva'nın yayını kıracağın anda bir haberci koşarak geliyor ve sana başkent Sri Lanka'da yangın çıktığını söylüyor. Bu yüzden gitmek, ülkene koşmak zorunda kalıyorsun. Ama bu arada Rama yayı kırıyor ve kızla evleniyor. Her sene aynı şeyi oynamaktan sıkılmıyor musun?"

Dedi ki, "Ama hikâye böyle."

Dedim ki, "İstersen tavsiyeme uy ve hikâyeyi değiştir. İnsanların çoğunun uyuduğunu görmüşsündür, çünkü yıl be yıl, nesil be nesil aynı şeyleri görüyorlar. Oyunu biraz sulandır."

"Ne demek istiyorsun?" dedi.

Dedim ki, "Bu sefer söylediğim bir şeyi yap..." Ve yaptı! Haberci mesajla geldiği zaman, "Başkentiniz, altın Sri Lanka alev alev, hemen oraya gitmelisiniz." dedi. Sonra da: Kes sesini, seni aptal!" İngilizce konuşmuştu!

Ona bunu söylemiştim! Uyumakta olan herkes uyandı: "Ramleela'da kim İngilizce konuşuyor?"

Ve Ravana şöyle dedi, "Def ol git. Umurumda değil. Her sene beni aldattın. Bu sefer Sita ile evleneceğim."

Ve gidip Shiva'nın yayını paramparça etti ve dağlara fırlattı. Yalnızca bambudan bir yaydı. Ve Janaka'ya sordu: "Kızın nerede? Getir onu! Jumbo jetim bekliyor!"

Çok gülünçtü. Kırk sene sonra bile, köyümden biri ile karşılaştığım zaman o Ramleela'yı(6) hatırlıyor. "Daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı." diyorlar.

Menajer perdeleri indirmek zorunda kaldı. Adam büyük bir güreşçiydi, onu dışarı çıkarmak için en az on iki kişi gerekti.

O gün Ramleela oynanamadı. Ve ertesi gün Ravana'yı değiştirmek zorunda kaldılar; başka birini buldular.

Irmağın yanında Ravana benimle buluştu. "Her şeyimi bozdun." dedi.

Dedim ki, "Ama alkışlayan, keyif alan, kahkahalar atan insanları görmedin mi? Yıllarca o rolü oynadın ve kimse alkışlamadı, kimse kahkaha atmadı! Buna değerdi!"

Din dini nitelik gerektirir. Birkaç nitelik eksik. Bunların en önemlisi mizah duygusu.

Benim aktörlerle görüşmemi engellediler. Her aktöre, beni dinlerlerse ya da benimle görüşürlerse, oyunda oynayamayacağını açıkladılar. Ama bir adama söylemeyi unuttular ve o bir aktör değildi...

Bir marangozdu. Benim evime iş yapmak için gelirdi. Bu yüzden ona şöyle dedim, "Bu sene aktörlere yaklaşamıyorum. Geçen sene yeterli oldu! Kimseye zarar vermediğim halde. Herkes sevdi, tüm şehir takdir etti. Ama şimdi her aktörü koruyorlar ve beni onların yakınına bırakmıyorlar. Ama sen aktör değilsin, senin başka işin var. Bana yardım edebilirsin."

Dedi ki, "Ne yapabilirsem yapacağım, çünkü geçen sene gerçekten harikaydı. Yardımım olur mu?"

"Kesinlikle." dedim. Ve yardım etti!

Savaşta, Rama'nın erkek kardeşi Lakşmana zehirli bir okla yaralanır. Yarası ölümcüldür. Doktorlar Arunçal Dağı'ndan belli bir şifalı bitki getirilmezse kurtarılamayacağını, sabaha ölmüş olacağını söylerler. Adam sahnede baygın yatmaktadır. Rama ağlamaktadır.

En sadık takipçisi Hanuman şöyle der, "Endişelenme. Hemen Arunçal'a gideceğim, bitkiyi bulacağım, sabah olmadan getireceğim. Yalnız, doktordan onu nasıl bulacağımı, neye benzediğini öğrenmek istiyorum. Arunçal'da çok bitki olmalı ve zaman kısa, birazdan gece çökecek."

Doktor şöyle der, "Güç değil. O özel bitkinin benzersiz nitelikleri vardır. Geceleyin parlar ve ışık doludur, böylece onu görebilirsin. Yani parlak bir bitki gördüğünde onu getir."

Hanuman Arunçal'a gider, ama şaşırır, çünkü Arunçal parlak bitkilerle doludur. O özel niteliğe sahip tek bitki o değildir. Geceleyin parlayan daha bir sürü bitki vardır.

Zavallı Hanuman -o yalnızca bir maymundur- ne yapacağını bilemez. Bu yüzden tüm dağı götürmeye ve doktorun bitkiyi bulabilmesi için dağı önüne koymaya karar verir.

Marangoz çatıdaydı. Mumlarla aydınlatılmış karton dağı taşıyan Hanuman'ı halatla çekmesi gerekiyordu. Ve ben ona, Tam ortada dur. Bırak orada, dağla falan asılı kalsın." demiştim. Ve başardı!

Menajer dışarı fırladı. Kalabalığın hepsi olan biten karşısında heyecanla bekliyordu. Ve Hanuman terliyordu, çünkü bir elinde dağ, diğerinde halat, asılı duruyordu. Menajer yukarı koşturdu. Marangoza "Neler oluyor?" diye sordu ve marangoz şöyle dedi, "Sorun ne bilmiyorum. Halat bir yere sıkışmış."

Telaş içinde hiçbir şey bulamayan menajer halatları kesti ve Hanuman dağıyla beraber sahneye düştü. Ve doğal olarak kızgındı. Ama binlerce insan son derece mutluydu. Bu onu daha da kızdırdı.

Rama söylemesi gereken sözleri söylemeye devam etti. Dedi ki, "Hanuman, sadık dostum..."

Ve Hanuman şöyle dedi, "Dostlarının canı cehenneme! Bir yerlerim kırıldı galiba."

Rama konuşmaya devam etti, "Erkek kardeşim ölüyor."

Hanuman dedi ki, "İstediği zaman ölebilir! Benim bilmek istediğim, halatı kim kesti? Onu öldüreceğim!"

Ve perde yine indirildi, Ramleela ertelendi. Menajer ile oyunu organize eden kişiler hep beraber babama yaklaştılar ve "Oğlun her şeyi mahvediyor. Dinimizle alay ediyor." dediler.

Ben, "Dininizle alay etmiyorum. Yalnızca ona mizah duygusu kazandırıyorum." dedim.

İnsanların gülmesinden hoşlanıyorum. Her sene eski bir hikâyeyi tekrarlamanın ne anlamı var? O zaman herkes uyuyor, çünkü hikâyeyi biliyorlar, her sözcüğünü biliyorlar. Bu kesinlikle anlamsız.

Ama yaşlı gelenekçiler için, tutucu insanlar için kahkahayı kabul etmek çok güçtür. Kilisede gülemezsin.

BABAMIN BABASI, SIRF YARAMAZLIKLARIM YÜZÜNDEN beni çok seviyordu. O ihtiyar yaşında bile yaramazdı. Hepsi bu yaşlı adamın yaramazlıklarına karşı olduğu için babamdan ve amcalarımdan hiç hoşlanmıyordu. Hepsi ona şöyle diyordu, "Artık yetmiş yaşındasın ve terbiyeni takınmalısın. Artık oğulların elli, elli beş yaşında, kızların elli yaşında ve çocukları evlendi, çocuklarının çocukları doğdu ve sen bizi utandıran şeyler yapmaya devam ediyorsun."

Yakın olduğu bir ben vardım ve yaşlı adamı, sırf çocukluğunu kaybetmediği için seviyordum. Yetmiş yaşında bile her çocuk kadar yaramazdı. Yaramazlıklarını oğullarına, kızlarına ve damatlarına yapıyordu ve hepsi şok geçiriyordu.

Tek sırdaşı bendim, çünkü birlikte komplo kurardık. Elbette o pek çok şeyi yapamıyordu. Benim yapmam gerekiyordu. Örneğin damadı odada uyurdu ve dedem dama çıkamazdı, ama ben çıkabilirdim. Böylece birlikte komplo kurardık - o bana yardım ederdi, ben çatıya çıkarken bana merdiven olurdu. Ben bir kiremit kaldırırdım ve geceleyin ucuna fırça bağlanmış bir bambu ile damadın yüzüne dokunurdum. Adam çığlık atar, tüm ev oraya koşardı... "Ne oldu?" Ama o zamana kadar biz ortadan kaybolurduk ve adam şöyle derdi, "Yüzüme dokunan hayalet ya da biri vardı. Onu yakalamaya çalıştım, ama yakalayamadım; karanlıktı."

Dedem tamamen masum kaldı ve onun sahip olduğu büyük özgürlüğü gördüm. Ailemde en yaşlı oydu. En ciddi, onca sorunla, onca endişeyle en çok yüklü o olmalıydı, ama hiçbir şey onu etkilemiyordu. Sorun varken herkes ciddi ve endişeli oluyordu; yalnızca o endişelenmiyordu. Ama bir şeyden hiç hoşlanmadım; onunla birlikte uyumaktan. Yüzünü örterek uyuma alışkanlığı vardı ve ben de yüzümü örterek uyumak zorunda kalırdım; bu boğucu bir şeydi.

Ona açık açık söyledim: "Her şeyde sana eşlik edebilirim, ama buna tahammül edemiyorum. Sen yüzünü örtmeden uyuyamıyorsun; ben de yüzümü örterek uyuyamıyorum, beni boğuyor. Sen bunu sevgiyle yapıyorsun." Beni yüreğine yakın tutar, tamamen örterdi. "Bu çok güzel, ama sabah kalbim atmıyor olacak! İyi niyetlisin, ama sen sabah hayatta olacaksın ve ben ölmüş olacağım. Bu yüzden dostluğumuz yatağın dışında kalacak."

Beni yanında istiyordu, çünkü beni seviyordu. Şöyle dedi, "Neden gelip benimle uyumuyorsun?"

Dedim ki, "Niyeti iyi olsa bile kimse tarafından boğulmak istemediğimi çok iyi biliyorsun." Sabahları ve bazen, ay varken geceleri uzun yürüyüşler de yapardık. Ama elimi tutmasına asla izin vermedim. Ve o şöyle derdi, "Ama neden? Düşebilirsin, bir taşa falan takılabilirsin."

Dedim ki, "Bu daha iyi. Bırak takılayım, bu beni öldürmez. Bana takılmamayı, tetikte olmayı, taşların nerede olduğunu hatırlamayı öğretir. Ama sen elimi tuttuğunda, daha ne kadar elimi tutabilirsin? Daha ne kadar yanımda olacaksın? Daima yanımda olacağını garanti edebilirsen, o zaman elbette gönüllüyüm."

Çok içten bir adamdı. Dedi ki, "Bunu garanti edemem; yarın hakkında bile konuşamam. Ve bir şey kesin, sen uzun yaşayacaksın ve ben öleceğim, bu yüzden sonsuza dek elini tutmak için yanında olmayacağım."

"O zaman..." dedim, "Şimdiden başlayarak öğrenmem daha iyi, çünkü bir gün beni tam ortasında, savunmasız bırakacaksın. Bu yüzden beni yalnız bırak, bırak düşeyim. Kalkmaya çalışırım. Sen bekle; yalnızca izle, bu benim için elimi tutmaktan daha merhametli bir davranış olur."

Ve o anladı. Dedi ki, "Haklısın, bir gün yanında olmayacağım."

Birkaç kez düşmek, incinmek ve tekrar ayağa kalkmak -birkaç kez yoldan çıkmak- iyidir. Bunun zararı olmaz. Yoldan çıktığını anladığın an geri dönersin. Yaşam deneme ve yanılmalarla öğrenilmelidir.

Babama şöyle derdim: "Ben istesem bile bana öğüt verme. Bu konuda çok açık sözlü olmalısın. Yalnızca şunu söyle, 'Kendin öğren.' Bana öğüt verme." Çünkü ucuz öğüt varken kim kendi yolunu bulmaya zahmet eder ki?

Devamlı öğretmenlerime şöyle diyordum: "Lütfen bir şeyi hatırlayın: Sizin bilgeliğinizi istemiyorum. Yalnızca konunuzu öğretin. Sen coğrafya öğretmenisin, neden bana ahlak öğretmeye çalışıyorsun? Ahlakın coğrafya ile ne ilgisi var?"

Coğrafya öğretmenim olan zavallı adamı hatırlıyorum. Başı dertteydi, çünkü yanımda oturan bir öğrencinin cebinden bir şey almıştım. Cebinden parasını almıştım ve bu öğretmen bana, "Bunu yapma." diyordu.

Dedim ki, "Bu seni ilgilendirmez. Sen coğrafya öğretmenisin ve bu bir ahlak sorunu. İstiyorsan, müdüre gitmeye hazırım; sen de benimle gelirsin. Coğrafya özetlerinin hiçbir yerinde... Okudum onu ve hiçbir yerinde başkalarının parasını alamazsın demiyor. Ve para yalnızca paradır; kimdeyse onundur. Şu anda benim. Birkaç dakika önce onun olabilir, ama onu kaybetti. Daha dikkatli olmalı. Öğüt vermek istiyorsan, ona ver.

Zaten niye coğrafya sınıfına bu kadar para getirdi ki? Satın alacak bir şey yok, alışveriş yapacak bir şey yok. Neden parasını buraya getirdi? Parasını buraya getirdiyse, daha dikkatli olmalı. Bu benim hatam değil, onun hatası ve ben yalnızca bundan faydalandım ve bu benim hakkım. Durumlardan faydalanmak herkesin hakkı."

O zavallı adamı hatırlıyorum. Hep güç duruma düşerdi ve güç duruma hep benim yüzümden düşerdi. Beni sınıfın dışında görürdü ve şöyle derdi, "Ne yapmak istersen yapabilirsin, ama zavallı coğrafyaya bu kadar felsefe getirme. Ben felsefe hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ben yalnızca coğrafya biliyorum. Sen soruyu öyle çarpıtıyorsun ki, geceleyin bile onun coğrafyayla mı, dinle mi, yoksa felsefeyle mi ilgili olduğunu düşünmeye devam ediyorum."

Okulun önünde iki güzel kadamba ağacı vardı. Kadamba güzel kokulu bir çiçektir ve derslerden kaçtığımda o ağaçlarda otururdum. En iyi yer orasıydı, çünkü öğretmenler ve müdür altından geçerdi ve kimse ağaçta saklandığımı düşünmezdi; ağaçlar gürdü. Ama ne zaman coğrafya öğretmeni oradan geçse, kafasına bir iki taş bırakmaktan kendimi alamazdım. Ve başını kaldırır, "Orada ne yapıyorsun?" derdi.

Bir gün şöyle dedim, "Burası coğrafya sınıfı değil. Meditasyonumu kestin."

Dedi ki, "Ya kafama düşen iki taş?"

Dedim ki, "Yalnızca tesadüf. Taşları ben düşürdüm; tam o anda senin belirmen tuhaf. Şimdi bunu merak edip duracağım. Sen de nasıl olduğunu merak et."

Gelip babama şöyle derdi, "Çok ileri gidiyor." Kel kafalı bir adamdı; Hintçe'de munde kel kafalı demektir. Adı Chotelal idi, ama Chotelal Munde olarak bilinirdi. Chotelal ismi nadiren kullanılırdı, Munde yeterliydi, çünkü kafası tamamen kel olan tek kişi oydu. Evinin önüne geldiğimde kapısını çalardım. Karısı ya da bir başkası kapıyı açtığında şöyle derlerdi, "Neden ona eziyet ediyorsun? Ona okulda eziyet ediyorsun, pazarda eziyet ediyorsun, banyo yapmaya gittiği ırmakta eziyet ediyorsun."

Bir gün kapıyı karısı açtı ve "Munde'ye eziyet etmeyi bırakacak mısın, bırakmayacak mısın?" dedi. Ve adam oracıkta, tam arkasındaydı.

Karısını yakaladı ve şöyle dedi: "Sen de bana Munde diyorsun! Bu oğlan tüm şehre ismimin Chotelal Munde olduğu fikrini yaydı ve şimdi kendi karım da onun tarafına geçti. Herkesi affedebilirim, ama kendi evimde, kendi karımı affedemem..."

Ama öğretmenlerime ısrar ederdim: "Lütfen konunuza sadık kalın ve bana konunuza dahil olmayan öğütler vermeyin, böylece yaşamımı kendim keşfedebilirim. Evet, pek çok hata, pek çok yanlış yapacağım. Hatalar, yanlışlar yapmaya razıyım, çünkü ancak böyle öğrenebilirim."

DEDEM DİNDAR BİR ADAM DEĞİLDİ, HİÇ DEĞİLDİ. YUNANLI Zorba'ya daha yakındı: Ye, iç, eğlen; başka dünya yok, bu çok saçma. Babam çok dindar bir adamdı; belki de dedem yüzündendi; tepki, nesil farkı. Ama ailemde tam tersiydi: Dedem ateistti ve belki onun ateizmi yüzünden babam teist oldu. Ve ne zaman babam tapınağa gitse, dedem güler, şöyle derdi, "Yine mi! Hadi git, yaşamını o aptal heykellerin önünde harca!"

Zorba'yı pek çok sebepten seviyorum; sebeplerden biri, Zorba'da dedemi tekrar bulmamdı. Yemek yemeyi o kadar seviyordu ki, kimseye güvenmezdi; yemeğini kendisi hazırlardı. Yaşamım boyunca Hindistan'da binlerce ailenin konuğu oldum, ama dedemin pişirdikleri kadar lezzetlisine rastlamadım. Ve yemek pişirmeyi o kadar seviyordu ki, her hafta dostlarına ziyafet verirdi ve bütün gün hazırlık yapardı.

Annem, halalarım, hizmetkârlar ve aşçılar, herkes mutfaktan atılırdı. Dedem yemek pişirirken kimse onu rahatsız edemezdi. Ama bana karşı çok dost canlısıydı; izlememe izin verirdi ve şöyle derdi, "Öğren, başkalarına bağımlı kalma. Ağzının tadını yalnızca sen bilebilirsin. Başka kim bilebilir ki?"

Derdim ki, "Bu beni aşar; ben çok tembelim, ama izleyebilirim. Bütün gün yemek pişirmek, ha? Ben yapamam." Böylece hiçbir şey öğrenemedim, ama sırf izlemek bile eğlenceliydi. Neredeyse bir heykeltraş gibi, bir müsizyen ya da ressam gibi çalışması. Yemek pişirmek yalnızca yemek pişirmek değildi, onun için bir sanattı. Ve herhangi bir şey standardının azıcık altına düşse, hemen atardı. Yine pişirirdi ve ben "Mükemmel oldu." derdim.

Şöyle derdi, "Mükemmel olmadığını biliyorsun, yalnızca iyi; ama ben bir mükemmeliyetçiyim. Benim standardıma ulaşana kadar onu kimseye sunmayacağım. Yemeklerimi çok seviyorum."

Pek çok tür içecek yapardı... Ne yaparsa yapsın tüm aile ona karşıydı: Onun baş belası olduğunu söylerlerdi. Mutfağa kimseyi sokmazdı ve akşamleyin kasabanın bütün ateistlerini toplardı. Ve sırf Jainizm'e meydan okumak için güneş batana kadar beklerdi. Daha önce yemek yemezdi, çünkü Jainizm şöyle der: Günbatımından önce ye, günbatımından sonra yemek yemeye izin yoktu. Güneşin batıp batmadığını anlamak için beni tekrar tekrar sokağa yollardı.

Tüm aileyi rahatsız ederdi. Ama ona kızamıyorlardı. O ailenin başıydı, en yaşlı erkekti. Bu sebeple bana kızıyorlardı. Bu daha kolaydı. Şöyle derlerdi, "Neden güneşin batıp batmadığını görmek için gelip duruyorsun? O yaşlı adam seni de bozuyor, tamamen bozuyor."

Çok üzgündüm, çünkü Yunanlı Zorba(7) kitabına ancak dedem ölürken rastladım. Cenaze ateşinde hissettiğim tek şey, kitabı onun için tercüme etsem, onun için okusam buna bayılacağı oldu. Ona pek çok kitap okumuştum. O eğitimsizdi. Yalnızca ismini yazabiliyordu, o kadar. Okuyup yazamıyordu ama bununla çok gururlanıyordu.

Şöyle derdi, "Babamın beni okula gitmeye zorlamadığı iyi olmuş, aksi halde beni bozardı. O kitaplar insanları çok bozuyor." Bana şöyle derdi, "Unutma, baban bozuldu, amcaların bozuldu; devamlı dini kitaplar, yazmalar okuyorlar ve onların hepsi pislik. Onlar okurken ben yaşıyorum ve yaşayarak öğrenmek güzel."

Bana şöyle derdi, "Seni üniversiteye gönderecekler. Beni dinlemiyorlar. Ve benim fazla yardımım olamaz, çünkü annen ve baban ısrar ederse, seni üniversiteye gönderecekler. Ama dikkatli ol: Kitapların içinde kaybolma."

Küçük şeylerden zevk alırdı. Ona sordum, "Herkes Tanrı'ya inanıyor, sen neden inanmıyorsun, Baba?" Ona "baba" derdim; bu Hindistan'da dede demektir.

Şöyle dedi, "Çünkü korkmuyorum."

Çok basit bir yanıttı: "Neden korkayım? Korkmaya gerek yok; yanlış hiçbir şey yapmadım, kimseye zarar vermedim. Yalnızca hayatımı coşkuyla yaşadım. Bir Tanrı varsa ve bir gün onunla karşılaşırsam, bana kızamaz. Ben ona kızarım: 'Neden böyle bir dünya yarattın?' Ben korkmuyorum."

O ölürken yine sordum, çünkü doktorlar birkaç dakikası kaldığını söylüyordu. Nabzı hafifliyordu, yüreği yavaşlıyordu, ama bilinci tamamen yerindeydi: Ona sordum, "Baba, bir soru..."

Gözlerini açtı ve şöyle dedi, "Sorunu biliyorum: Neden Tanrı'ya inanmıyorsun? Bu soruyu ben ölürken soracağını biliyordum. Sence ölüm beni korkutacak mı? O kadar büyük bir coşkuyla, öyle dolu dolu yaşadım ki, öldüğüm için hayıflanmıyorum.

Yarın başka ne yapacağım? Her şeyi yaptım, hiçbir şey kalmadı. Ve eğer nabzım yavaşlıyorsa, yürek atışlarım yavaşlıyorsa, bence hiç sorun yok, çünkü kendimi çok huzurlu, çok sakin, çok sessiz hissediyorum. Tamamen ölür müyüm, yaşar mıyım, şu anda bilemiyorum. Ama bir şeyi hatırlamalısın: Korkmuyorum."

ÜNİVERSİTE SINAVLARINI KAZANDIĞIM ZAMAN ailemin tamamı kargaşaya boğuldu, çünkü hepsi bir şey istiyordu. Biri doktor olmamı istiyordu, biri bilim adamı olmamı istiyordu, biri mühendis olmamı istiyordu; çünkü Hindistan'da bunlar saygıdeğer, para getiren mesleklerdir. Zengin olursun, ünlü olursun, şereflendirilirsin. Ama ben, "Felsefe okuyacağım." dedim.

Hepsi şöyle dedi, "Bu saçmalık! Aklı başında hiç kimse gidip felsefe okumaz. Ondan sonra ne yapacaksın? Altı seneni üniversitede faydasız şeyler okuyarak harcayacaksın. Bunların değeri yok, küçük bir memuriyet, küçük bir iş bile bulamayacaksın."

Ve haklıydılar. Hindistan'da, postanedeki bir memurluk gibi küçük bir işe bile başvururken -ki tek aradığı nitelik üniversiteye girmiş olmaktır- felsefe dalında master derecen varsa, üniversiteyi ilk sırada bitirmiş olsan, altın madalya kazanmış olsan bile reddedilirsin. Bu şeyler yüzünden! Bunlar niteliksizliktir, sen zor bir insansındır! Bir memur filozof olmamalıdır; aksi halde zorluklar çıkacaktır.

Bu yüzden şöyle dediler, "Tüm hayatın boyunca güçlük çekeceksin. Bir daha düşün."

Dedim ki, "Ben asla düşünmem, bunu biliyorsunuz. Ben yalnızca görürüm. Bir seçim sorunu yok, ne okuyacağımı biliyorum. Bu hangi mesleğin daha kârlı olduğunu değerlendirme sorunu değil. Dilenci bile olsam, felsefe okuyacağım."

Şaşkınlık içinde kaldılar. Hepsi birden sordu, "Ama ne sebepten felsefe okumak istiyorsun?"

Dedim ki, "Sebep şu: Tüm yaşamım boyunca filozoflarla mücadele edeceğim. Onlar hakkında her şeyi öğrenmeliyim."

"Tanrım!" dediler. "Düşüncen bu mu? Bir adamın tüm yaşamı boyunca filozoflarla mücadele etmek için felsefe okuyacağı hiç aklımıza gelmemişti." Ama deli olduğumu biliyorlardı. Dediler ki, "Böyle bir şeyi bekliyor olmalıydık." Yine de ısrar ettiler: "Zaman var, yine de tekrar düşünebilirsin. Üniversiteler bir ay sonra açılıyor; hâlâ fikrini değiştirebilirsin."

Dedim ki, "Bir ay, bir yıl, bir yaşam fark etmez, çünkü seçeneğim yok. Bu benim seçeneksiz sorumluluğum."

Üniversite mezunu olan amcalarımdan biri şöyle dedi, "Onunla konuşmak kesinlikle imkânsız. Anlam taşımıyor gibi görünen sözcükler kullanıyor. Seçeneksizlik... Sorumluluk... Bunların yaşamla ne ilgisi var? Paraya ihtiyacın olacak, bir eve ihtiyacın olacak, bir aileyi geçindirmen gerekecek."

Dedim ki, "Bir ailem olmayacak. Bir evim olmayacak ve kimseyi geçindirmem gerekmeyecek!" Ve kimseyi geçindirmedim, hiç ev yaptırmadım. Ben dünyadaki en fakir insanım!

Beni bir doktor, mühendis, bilim adamı olmaya zorlayamadılar, ama hepsi öfkelendi. Ve ülke boyunca gezen bir öğretmen olduğumda, düşmanı çok iyi tanımak için okuduğum mantık ve felsefe işini yaparken, kısa süre sonra meydan okumamı kabul etmeye hazır tek adam kalmadı. Sonra ailemdekiler kendilerini suçlu hissetmeye başladı, beni bir doktor, mühendis ya da bilim adamı yapamamalarının iyi bir şey olduğunu hissetmeye başladılar. Yanıldıklarını kanıtlamıştım. Bana, "Bizi affet." demeye başladılar.

Dedim ki, "Sorun yok, çünkü öğütlerinizi hiç ciddiye almadım. Buna hiç zahmet etmedim! Ne yapacaksam, herkesin bana karşı çıkmasına rağmen yapacaktım. Bu yüzden kendinizi suçlu hissetmeyin. Öğütlerinizi hiç ciddiye almadım; sizi duyuyordum, ama dinlemiyordum, içimde bir karar, bir kararlılık vardı."


--------------------------------------------------------------------------------

(1) Peştunistan: Pakistan'ın kuzeybatı bölgeleri ile Afganistan'ın güneyini kaplayan bir bölge. Kabil'in Peştunistan'ın başkenti olduğu varsayılır. Bugün bu bölgede Rus işgalinden kaçan mültecilerin yaşadığı 300 civarında mülteci kampı vardır. (Ed. n.)

(2) dhoti: Resmi dairelerde giyilen elbise benzeri bir giysi... (Ed. n.)

(3) kurtha (kurta): Dhoti'nin üstüne giyilen bol gömlek... (Ed. n.)

(4) Zerdüşt: İranlı din kurucusu. (İ. Ö. VII. yy.) Hayatı hakkında kesin ve yeterli bilgi yoktur. Bütün bilinenler gatha denen özdeyişlerinin toplandığı Avesta adlı kitabın yorumlanmasına dayanır. (Ed. n.)

(5) 1469 doğumlu Guru Nanak Dev tarafından kurulan din olan Sikhizm'in tapınağı. Sikhizm, tek tanrıcı ve kast sistemine karşı çıkarak insanların eşitliğini ileri süren Hint dinidir. (Ed.n.)

(6) Ramleela: Ram'ın (bir Hint tanrısı) öyküsünü anlatan oyun... (Ed.n.)

(7) Kitabın asıl adı Zorba'dır; ancak Nikos Kazancakis'in bu eseri Michael Caroyannis tarafından Yunanlı Zorba olarak gümüş ekrana aktarılmıştır. Filmin müzikleri Mikis Theodorakis tarafından yapılmıştır. (Ed.n.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder